”Aman hâ!”nın derin anlamı üzerine

“Aman hâ!”

Ne eksik ne fazla, hepsi bu kadarcık bir e-mesajdı.

Uyarı mı, tehdit mi, her ikisi mi olduğu ilk bakışta net anlaşılmayan bir mesaj. “Gene ne oldu?” demeye kalmadan, bir akademisyen okurumuzun, “Besle kargayı oysun gözünü” yazısı ve onu takip eden helâl ve haram kazançla ilgili yazılar üzerine, “Onlar fincancı katırlarının yol güzergâhıdır, oralarda fazla dolaşmaya gelmez” nasihati, “Aman hâ!”nın sırrını çözmemde bana kolaylık sağladı.

Söz konusu yazıların, müsbet etkisini tahmin ediyordum. Aldığım tepkiler tahmin ettiğimden de öte oldu. Kazanmak konusunda hassas olan insanların harcamak konusunda da hassas olmalarından daha doğal bir şey olamaz. Bu hassasiyet kendisini hissettirmiyorsa, ortada bir bilinç eksikliği var demekti. O yazılar, işte bu bilinç eksikliğini tamamlama yolunda mütevazı bir işlev üstlenmişlerdir, o kadar.

Fakat mezkur yazıların oluşturacağı bilinçten menfi etkilenecek kesimlerin tepkisini doğrusu hiç hesaba katmamıştım. Kalemi hakikatin mukaddes aracı olarak gören bir yazar, böyle bir hesap yapabilir mi? Bir yazarın tereddüt edeceği alan yazının üslubu olabilir, fakat hak sözde tereddüt olamaz, olmamalı. Çünkü bu sorumluluktur. “Ya hayır söyle, yoksa sus!” ilkesine inanıyorsa, esasen başka bir seçeneği de yok demektir.

Bir zamanlar “yazmak aldırmaktır” demiştim. Buna bir ilavem var. Yazmak, bedel ödemeyi göze almaktır. Yalanın bile bir bedelinin olduğu şu yalan dünyada, hakikati söylemenin bir bedeli olmasın mı? Kötülüğü işlemenin bile risk içerdiği bir hayatta, iyiliğe kılavuz olmanın bir riski bulunmasın mı?

Yazı sızının çocuğuysa, elbette yazarının yürek sızısı kaleminden sızacaktır. Sızılı bir yüreğin kâğıda dökülen iniltileri, elbette her hassas vicdanı sızlatacaktır. Hatta sızlatmıyorsa, iz bırakmıyorsa, kafa konforunu bozmuyorsa, şöyle bir zaman ve mekânda o kalemin ürünü biraz da “lüks” değil midir?

Sözün gücüne inandım, gücün sözüne değil

Kur’an’dan ilk inen ayetler arasında şu ilahi hitap da yer alır: “O ki, kalem aracılığıyla öğretti; O insana bilmediğini öğretti.” Bu ifadeler, aynı zamanda sözün, yazının, kalemin gücüne bir atıftır. Kalem, sözün kayıt altına alınmasını temsil eden bir araçtır. Burada asıl vurgulanan, hakikatin kayıt altına alınmasıdır.

Yuhanna İncili de “Önce söz vardı” diye başlar İslâm irfanının varlık düşüncesine göre ilk yaratılan sözdür. Çünkü, “O, ol demiştir” ve yokluk varlığa, “adem”, “bu dem”e dönüşmüş ve “o da hemen oluvermiştir.”

Sözün gücüne inanmasaydım yazmazdım. Bu yüzdendir ki, şiddeti tasvip etmedim. Hak sözün gücünün yanında, kimi zaman, nükleer enerjinin gücünün dahi yetersiz kaldığına inandım. Her biri birer aydınlık savaşçısı olan peygamberlerin de, sözün gücüne inandığını gördüm.

Onun içindir ki hep davet ettiler. Usanmadan, yılmadan, yıkılmadan, dökülmeden davet ettiler. Yani söylediler. Hakkı söylemenin tüm riskini üstlendiler. Bir söylemekle yetinmediler, dönüp bir daha söylediler, uyardılar, sarstılar, salladılar. Bin kez söylediler. İnsanların yüreklerinin kapılarının önüne gelip durdular. O kapıları vurdular, bir değil bin kez vurdular.

Onlar elçiydi, bir emaneti taşımakla görevlendirilmişlerdi. Taşıdıkları emanet “hak söz” idi. Söz emanetine ihanet etmemek için servetlerini, hayatlarını, varlıklarını ortaya koydular. Horlanmaya, azarlanmaya, tehdide, dövülmeye, sövülmeye katlandılar. Söz emanetine ihanet etmemek için kimi zaman hayatlarından dahi oldular.

Onların hak sözüne, gönül kulakları sağır olan muhatapları “şiddet”le cevap verdiler. Onlar sözün gücüne inanmıyorlardı, çünkü onlar gücün sözcülüğünü yapıyorlardı. Hakkın gücünü inkâr ediyorlardı, çünkü onlar gücün daima haklı olduğunu iddia ediyorlardı ve “Güç bizdeyse, hak da bizimdir” diyorlardı.

Gücü temsil edenlerin yöntemi

Gücü temsil edenler, tarih boyunca hakkı temsil edenlerin sesini boğmak için hep şu süreci kullandılar:

1- Sessizliğe mahkûm etme ve görmezden gelme.

2- Alaya alma ve küçük düşürme.

3- İftira kampanyaları açma ve gözden düşürme.

4- Varlığına yönelik tehdit, işkence ve suikast.

Gücün gürültüsü, gerçeğin sesini bastırır zannıyla önce sessiz kalırlar. Siz yırtınır, çırpınır, didinirsiniz, fakat onlar ısrarla sizi görmezden gelirler. Sözünüz aldırmazlığın kör kuyusunda kaybolur. Sesiniz yankı yapmaz. Hesapları sizi unutulmaya terk etmektir.

Eğer hakikati söylüyor ve sözün gücüne inanıyorsanız bu aşamayı sabır, sebat ve azimle aşarsınız. Sesiniz yankı bulmaya başlar. Kimi kulaklar sözünüze dikkat kesilir, oradan yüreklere yol bulur. Sesinizin yanına ses katanlar olur, sancınızı, acınızı, aşkınızı paylaşanlar çıkar.

Bu kez alaya alma ve küçük düşürme başlar. Sevgili Efendimize “kulak” demişlerdi hani. Neden? Çünkü sözü olan herkesi dinliyordu. Küçük büyük, dost düşman demiyordu. Çünkü onu terbiye eden Kur’an müminleri öyle tarif ediyordu: “Onlar ki sözün (tamamını) dinlerler, sonunda en güzeline uyarlar.”

Bu da işlemeyince yeni taktik iftira kampanyaları açmaktır. Nasıl olsa fasık haberlere ayarlı kulaklar bulunur beklentisi, karalama motorlarını tam kapasite çalıştırır. Gözden ve gönülden düşürmek için en pespaye yöntemler kullanılır. Fakat bu da bir işe yaramaz. Sadece dost daha sıkı dost olur.

Ve en sonunda varlığını ortadan kaldırmaya yönelik planlara gelmiştir sıra. Bu son çaredir. Önce açlığa mahkûm edilmek istenir. Evlâtla, eşle, işle tehdit edilir. Korkutulabiliyorsa korkutulur, korkutulamıyorsa hayatına kastedilir. Fakat bir şey unutulur: Hakikat bu kubbeye salınmış baki bir sadadır. Sözü söyleyen ölür, söz baki kalır. Boşuna dememiş Baki:

Âvâzeni bu cihanda Davud gibi sal

Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…

( 14 Mayıs 2001 )

Yorum Yaz