Adını ”Fazilet” koymak yetmez

Fazilet, bir parti ismi olmaktan öte “erdem” anlamına gelen insanın ahlâkî davranış standartlarının en yücesidir.

En korktuğum şeylerden biri de insanî ve İslam’i bir kavramı alıp, onun masumiyetini örselemektir.

Süleyman Demirel, kurduğu partinin adını “Doğru Yol” koymuştu. Bu, Fatiha’daki “sıratu’l-müstakim”e tekabül ediyordu. Demirel’in Doğru Yol’u ne menem bir “doğru yol”du, onu hepimiz biliyorduk ve malum süreçle yıllardır Demirel pazarlamacılığı yapan birtakım cemaatler de nihayet öğrenmiş oldular. Oldular da ne oldu; Ba’de harabi’l-basra…

Cemaat önderleri çarpık bir -itaat ahlâkıyla- iradesizleştirip sinir sistemini felç ettikleri mensuplarına taşıttıkları birtakım adamların, kendilerini taşıyan omuzlara neler ettikleri ortadaydı. Bunu görmek için “deha” değil, akıl sahibi olmak yeterliydi. Ama on binlerce cemaat mensubu bunu göremedi. Niçin? Tabii ki “Büyüklerimiz bizden iyi düşünür” dedikleri için. Hatada hikmet arayıp, “O yapmışsa vardır bir hikmeti” diye inandıkları için.

Demirel’i her sıkıştığında ikbale yeniden taşımak için koltuk değnekliği yapan İslam’i cemaatlerin tepelerinin, mensuplarını koyun yerine koymasını o zamanlar en çok eleştirenler kimlerdi, biliyor musunuz? Bugün, koca bir partinin milyonlarca seçmenini, yüzlerce delegesini ve onlarca milletvekilini –zavallı- yerine koyanlar.

“Patates dini” benzetmesi işte o günlerden kalma yakışıksız bir benzetmeydi. Peki, bu yaşını başını almış tepelerin, bir zamanlar eleştirdikleri sürüleştirme ameliyesini, kendilerine saygı duyan insanlara reva görmelerine ne demeli? Bu tepeler geçmişte bu tavırları eleştirirken mi samimi değillerdi, yoksa “haddini aşan zıddına döner” yasası gereği, hadlerini aştıkları için zıtlarına mı benzemişlerdi?

Fazilet çizgisinin -alâmet-i farikası- bu ülkede -ahlâkî siyaset- üretmekti. Bu çizgi başlangıçta bu ideallerle yola çıktı: Ahlâksız ve erdemsiz politikaya ahlâk ve fazilet taşıyacaklardı. On yıllardır ısrarla ahlâk ve faziletten arındırılmış siyaset ortamına, çevrelerinde ahlâk ve faziletleriyle temayüz etmiş insanları taşıyarak siyasetin kalitesini yükselteceklerdi. Ürettikleri siyaset, ülkenin ahlâkî standartlarına bir katma değer olarak yansıyacaktı.

Gelinen nokta, ne yazık ki bu iddiaların tam tersi bir nokta. Siyasetin “Bizans Entrikası”na dönüştüğü bir nokta. Milleti çağırdığınız değerlere önce kendiniz uymuyorsanız, bu ülkede itilip-kakılan, umudu kırılan milyonların umudu haline gelmeyi nasıl becereceksiniz?

Bu ülkenin mağdurlarını siyasette temsil yetkisi kimin olacak; sâbık olanın mı, sâdık olanın mı? Yüreğine üniforma geçirmiş militer zihniyetler, “Çayda dem, askerde kıdem” nakaratıyla “Sâbık olanındır” cevabını verebilirler. Ama bu cevap yanlış bir cevaptır ve doğrusu “Sâdık olanındır” olmalıdır; ilkelere, ahlâka, fazilete, sözüne, sevenlerine sadık olanın…

Siz, âlemlere rahmet değilsiniz adamım

Nefisler konuşunca, imanlar susar. Politik hırs insanın gözünü bürümemeli. Tevazu en çok müslümana yakışır. Su gibi mütevazı olanın başı bulut gibi göklere değer. Kendini “âlemlere rahmet” sanan yanılır. Özeleştiri de yapamaz, tevbe de. Şu satırlar yaklaşık bir yıl önce yazılmış satırlar. “Bir daha okumanın tam zamanı” diye düşünüyor, kısaltarak sunuyorum:

…Fakat onlar, kendilerinin “özel” olduğunu düşünür, etrafındakilerin de öyle düşünmelerini isterler. Onlar “bir başkadır”, yanlışları dahi bir başkadır. En azından hatalarında hikmet, unutmalarında saffet, tokatlarında şefkat vardır. Onlar, kendilerini olumlu her faaliyetin “olmazsa olmazı” kabul ederler. Hülasa onlar kendilerinin “âlemlere rahmet” olduğunu sanırlar.

Değil, değil adamım; içinizden geçirdiğiniz “Ben olmasaydım…”la başlayan tüm cümleler şeytanın üflemeleridir, inanmayın ona. İnanın, siz olmasanız da döner bu dünya. Sizi temin ederim ki, yeryüzünün tüm ırmakları sizin yokluğunuz durumunda da akmayı sürdürür. Güneş siz olmadan da doğar güllerin ve dikenlerin, bülbüllerin ve sırtlanların, İbrahimlerin ve Nemrutların üstüne.

İsterseniz terk edin yeryüzünü. Eğer becerebilirseniz deneyin bunu. Siz de göreceksiniz bütün o iddiaların içinizin ak kutbundan değil, kara kutbundan gelen kara fısıltılar olduğunu. Siz de göreceksiniz, doldurulmaz sandığınız yerinizin hemen, muhtemelen daha iyisiyle doldurulduğunu; bulunmaz Hint kumaşı olmadığınızı siz de anlayacaksınız.

“Ya bu dava!” dediğinizi; “Onun için de aynı şeyi söyleyebilir misin?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, hiç çekinmeden söylerim adamım; siz olmasaydınız, biz olmasaydık başkaları olurdu. Dava bizimle kaim değil, biz dava ile kaimiz adamım. Ona verdiklerimiz ondan aldıklarımız yanında hiç kalır, inanınız buna.

Senden sonrasının tufan olduğunu söyleyenler. Nuh’u ve O’nun Rabbini unutanlardır adamım. Hem senden sonrası niçin tufan olsun; eğer öyleyse sen o tufanın sebebi olmuş olmaz mısın? …Sakın onlar senin yakınına kadar sokulmayı başaran “Kenanlar” olmasın? Aman adamım; “Senden sonrası tufan!” diyenlere dikkat. Sen en iyisi etrafına “Senden sonrası tufan!” diyen “kompresörleri” değil, eskinin haddini bilen sultanları gibi “Mağrur olma adamım senden büyük Allah var!” diye bağıracak hatırlatıcıları al.

Bir de “Seni sevmeyen ölsün!” diyenlere dikkat et. Öyle değil mi adamım; seni sevmeyenlerin de yaşaması gerekmez mi? Senden çok daha büyük olanları sevmeyenler yaşıyor da, seni sevmeyenler niçin yaşamasın? Hem, sevmeyenler olmasa sevenlerin değeri nasıl anlaşılır? Dahası, seni sevmeyenlerin sebebi yine de sen olmayasın sakın? Sevmeyenlerine bile güneş gibi olmayı beceremeyenlerin sevenlerine gece olduklarına çok şahit olmuşuzdur.

Yani ki adamım, sen sen ol, “âlemlere rahmet” olmadığını aklından çıkarma!

( 15 Mayıs 2000 )

 

Yorum Yaz