Alim, celâdetiyle âlimdir

Müslüman kadının örtüsüne yönelik yasak olanca acımasızlığıyla sürüyor.

Yasakçılar, Türkiye’deki insan hakkı ihlallerinin simgesi haline gelen tesettür yasağı konusunda, insafa geleceklerine dair hiçbir emare göstermiyorlar.

Planlı bir biçimde genişletilen yasağın kapsam alanına, son olarak İlahiyat Fakülteleri de girdi. Tabiatıyla, İlahiyat Fakülteleri içerisinde en köklü kurumlardan biri olan Marmara İlahiyat, yasağın “zor hedeflerinden” birini oluşturuyor.

Önce fakülte dekanı istifa ediyor. Onun imzası daha kurumadan medya güllerinden Zekeriya Beyaz’ın dekanlığa atandığı duyuruluyor. Sayın Beyaz, ilmî ve fikrî çıkışlarıyla değil, siyasal ve sansasyonel çıkışlarıyla tanınan biri. Onu, Alparslan Türkeş’in partisinden, rakip genel başkan adayı olduğu günlerden tanıyoruz. Bu atamayla YÖK’ün bir taşla iki kuş vurma amacı taşıdığını da anlamış oluyoruz. Birincisi ülkücü camianın kendisine yönelik muhalefetini kırmak, ikincisi başörtüsü yasağını savunan marjinal militan kesimlere ülkücü kimliğini de dahil etmek.

“Ne günlere kaldık?” demiyorum. Her şeyin aslına rücû ettiği gerçeğini, bir kez daha görüyor ve yaşıyorum. İttihat ve Terakki’nin Cihan Savaşı’ndan sonra ayrışan Enver’ci ve Ahmet Rıza’cı kanadının üç çeyrek yüzyıl sonra birleşip aynı gözede buluştuğunu ibret, dehşet ve acıyarak, müşahede ediyorum. 50 yıl önce Nihal Atsız ve Yunus Nadi’de tecessüm eden bu kanatların, şimdilerde Doğu Perinçek ve Devlet Bahçeli tarafından temsil edildiğini görmek için deha sahibi olmak gerekmiyor. Yeryüzünün son yüzyılda en kötü yönetilen ülkesi olma payesine sahip Türkiye’nin, son yüzyıllık tarihini bilmek yeterli.

Şükür ki, bunca yoksulluk, ıstırap, karanlık içerisinde bir yıldız gibi (“kanayan bir yıldız” mı demeliydim?) kararan semamı aydınlatanlar da çıkmıyor değil. Hayreddin Karaman, işte onlardan biri.

Hayreddin Hoca, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde dayatılan tesettür yasağına tepki göstererek, emekliliğini istemek suretiyle istifa etti.

O, kızlarını gözü yaşlı görmeye dayanamayacak kadar müşfik ve rahîm bir baba yüreğine sahip. Hocamı hep öyle tanıdım, hep öyle sevdim. Bir de, celadet ve ilmi salabetiyle tanıdım onu.

O, yarı-cahil geleneksel çevrelerin edepsizce saldırılarına aldırmadan İslam’ı “asrın idrakîne söyletme” çabası içinde oldu. Sille yedi, gülle yedi; iftara, bühtan ve karalama kampanyalarına hedef oldu, aldırmadı.

Şimdi kendinden bekleneni yaptı. Biz, imanına küfredilirken kendisinden tepki beklediğimiz “Prof.” unvanlı hocalarımız içerisinden “Çocuklar, siz biliyor musunuz, biz buralara ne zorluklarla geldik!?” edebiyatı yapanlara şahit olduk. Hatta 12 Eylül cuntasına “Ehl-i Hal ve’l-Akd”, Evren Paşa’ya da “Ulu’l-Emr” payesi verenleri gördük.

Celadet, en çok âlime yakışır. Alim, ilminin haysiyetini celadet sahibiyle korur. Tıpkı Kûfe Valisi İbn Hubeyre’yi kastederek “Bana Vasıt Mescidi’nin kapılarını say dese, onu da saymam!” diye zulme ve zalim yöneticiye karşı çıkan İmam Azam Ebu Hanife gibi.

Hayreddin Hoca’nın talebeleri, hocalarına gelip tesettür yükümlülüğünden kendilerini kurtaracak “ruhsat” fetvası istemiyorlar. Diyorlar ki: “Hocam, biz bu zorbalığa direneceğiz, siz bize nasıl destek verebilirsiniz?”

İşte, böylesine yiğit talebeleri, Hayrettin Hoca gibi celadet ehli ilim adamları yetiştirebilir.

Hocasına da, talebesine de “bârekallah”!

( 8 Aralık 2000 )

 

Yorum Yaz