Allah doğru söylüyor, ama siz…

Ekrandaki ilahiyatçı, garip yüz hatlarıyla, depremin “ilahi bir uyarı olmadığını” ispat etme gayretkeşliği içerisinde.

O da, sorumluluğunu yıkacak yer arayan her “uyanık” gibi, tüm suçu müteahhitlere yüklüyor. Fakat bunu yaparken, seküler bir yaklaşımla şunu demek istiyor: “Bu işin Allah’la falan alakası yok, eğer müteahhitler işini doğru yapsaydı başımıza bunlar gelmezdi.” Evet evet, bunu, tam da bu kelimelerle söylemiyor, fakat özeti bu.

Aslında, ne dediğini ne diyeceğini bilmiyor. Bir o dala basıyor, bir bu dala. Ayyaşlarla çalan müteahhitleri kıyaslıyor bir ara. İçkinin ne kadar “cici” bir günah olduğunu, zararının bireysel olduğunu, içenin olsa olsa kendi organizmasına ziyan vermiş olacağını dillendiriyor. “Ha gayret, bir adım daha atıp ayyaşlar için günah çıkarma seansına girecek mi?” derken, lütfediyorlar kendileri, içkinin haram olduğunu kabul buyuruyorlar! Oradaki bir başka konuk, bu içki muhabbetine müdahale ediyor ve “Yaygınlaşırsa gayretullaha dokunmaz mı?” diyor. İlahiyatçı bayağı pişkin, “O başka bir konu diyor, onu başka bir zeminde tartışırız.” Ben bir ara, konunun deprem değil de içki olduğunu sanmaya başlıyorum ki, söz depreme geliyor.

Birden celalleniyor ekran konuğu; “Ne münasebet canım diyor, Allah zulmetmez; oradaki bebelerin ne suçu var!” Depremin Allah’la ilişkisi yok, demek yerine daha dolambaçlı bir mantık kullanıyor: “Şimdi, depremde yıkılan camileri Allah mı yıktı? Biliyorsunuz Kâbe de kaç kez yıkıldı; Kur’an’da “Allah’ın evi” deniliyor. Allah kendi evini yıkar mı?”

Kâbe’nin, tarihteki 60’a yakın yıkılışından hiçbirinin de depremle ilgisi olmadığı gerçeği mi? Olsun, nasıl olsa ne söylersen gidiyor. Bu da neyse, ama ilahiyatçı ekran konuğu “Kur’an’daki rüşvet ayetinden” (!) bile söz ediyor ve hiç de yeri değilken beni güldürmeyi başarıyor. Bu kadar cahil biri değil aslında; tanıyorum onu, hafız ve İslami ilimlere vakıf biri. Fakat, zavallı oraya “devlet memuru” olarak çıkmış, ilmin sorumluluğunu taşıyan bir alim olarak değil; görevi karıştırıyor.

Hakikatin değil, başka şeylerin hatırını yapmaya gelmiş oraya. “Her anda bir şanda olan”, yani “Her an işbaşında olan” Allah’ı, kadim Yunan’ın Sofistleri gibi emekli etmeye memur sanki.

“Sekülarist papaz” ifadesi, absürt bir ifadedir ve kime söyleseniz saçma bir söz olarak algılar. “Kafeinsiz kahve”, “yumurtasız omlet” demek gibi bir şeydir. Hatta “turşu tatlısı” demek kadar saçmadır. Peki, Hıristiyanlığa benzer Müslümanlık, kiliseye benzer cami, papaza benzer imam, İncil’e benzer Kur’an aşkıyla yanıp tutuşanlar, bunca çabanın ardından istediklerinden fazlasını mı elde ettiler acaba?

1. Binaları sağlam yapmayanlar suçludur; sorumluluklarını “takdir-i ilahi”ye yüklemeleri Allah’a iftiradır. Ancak, binayı sağlam yapınca ölümün sizi gelip bulmayacağını sanmak da, eğer küstahça bir inkarın ürünü değilse, hamakatin zirvesidir. Böyle söyleyen yalan söylüyor. Allah doğrusunu söylüyor: “Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır; göğe yükselen sağlam kulelerde olsanız bile…” (4:78) Bunun anlamını Japonlar’a sorsunlar. İhtisasını Japonya’da yapmakta olan deprembilimci Nusret Bey dün ekranda şöyle diyordu: “Japonlar, her an deprem olacağı endişesiyle çok korkan Batılılara “Kobe’ye gidin, orada deprem olmaz!” derlerdi, fakat en yıkıcı deprem Kobe’de oldu.”

2. Allah tarihe, zamana ve eşyaya müdahildir. Allah’sız bir alan tasavvuru, şirktir ve Batı sekülarizminin temelindeki kartezyen düşünce, işte bu şirke dayanır. Bir Müslüman, Allah’sız bir alan tasavvur edemez. Onun içindir ki, olan her şeyin illeti, ibreti ve hikmeti üzerinde kafa yorar; çünkü bu Kur’an’ın yüzlerce kez emrettiği şeydir. Allah, bu depremle tarihe ve zamana müdahale etmiştir, bu nedenledir ki deprem bir ayettir, hem de gazap ayeti; Allah gazap ayetini sebepsiz göndermez.

3. Allah’ın belası umumidir, seçici değildir. Eğer, yalnızca asiler depremden zarar görseydi, imtihan sırrı kalmazdı. Bu, sınava soktuğunuz birine cevap anahtarını vermek gibi olurdu. Böyle olunca da, iş imtihan olmaktan çıkardı. Fakat sünnetullah böyle değildir ve zıddını söyleyenler yalan söylüyor, Allah ise, Musa’nın şu duasını naklederken doğru söylüyor: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak eder misin Allah’ım? Bu (bela) senin bir imtihanındır…” (7:155) Bizler, peygamber olan Hz. Musa’dan daha üstün değiliz. Kaldı ki, suçsuz da değiliz; zulme ve küfre seyirci kalmak suç olarak yeter. O zaman da, Allah’ın dediği gerçekleşir: “Öyle bir günün belasından korkun ki, o bela içinizden sadece zulmedenlere ulaşmakla kalmaz (zulme sessiz kalanları da kapsar).” (8:25)

4. Ölüm, neden zulüm olsun ki? Bazıları için, gerçek zulüm onların uzun yaşamasıdır; çünkü Kur’an’a göre en büyük zulüm şirktir, küfürdür, Allah’a isyandır. Hem, Allah bebelere zulmetmez de, kendi emrini yerine getirdiği için başörtülü kızlara ve diğer din mazlumlarına zulmeder mi, zulme seyirci kalır mı?

Allah’ın gör dediği yerden bakmazsanız, adınız ilahiyatçı olsa da, “şeytanın gör dediği yerden” bakarsınız. İlahi adaletin tecellisini zulüm olarak görür, ibret ve hikmeti gözlerden kaçırmak için Heidegger’in tanımladığı “laflama”ya sığınır, parmak ayı gösterirken milletin dikkatini aya değil parmağa çekersiniz ve pazarlarsınız dini az bir değere.

Size de, “alim” yerine “dinci” derler.

Yorum Yaz