Allah’a iftira etmeyiniz!

Sistemin içi geçmiş kurumlarından biri olan Kızılay’ın ölü yüzündeki pudra depremle dökülüp gerçek yüzü ortaya çıkınca, kurumun Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Özdemir, yıllar yılı sistemin has kullarına bir arpalık olarak tahsis edilen kurumu şu sözlerle savunmuş: “İnsanlar bizi çok eleştiriyor, ama ne yapalım ki takdir-i ilahi…”

Kızılay’ın beceriksizliğine, “takdir-i ilahi” kılıfını geçiren bu kişinin Allah’la ilişkisinin hangi düzeyde olduğunu bilmiyorum. Allah’ın şer’î takdiri olan Kur’an’ın emir ve yasaklarına da, bu denli teslim olup olmadığından emin değilim.

Emin olduğum bir şey var; insanın kendi irade ve sorumluluk alanına giren eylem ve tasarruflarını ve bu tasarruflar sonucunda başına gelenleri “takdir-i ilahi” diyerek Allah’a fatura etmesinin, Allah’a iftira olduğudur.

Çarşamba yazımızda, deprem âfetini “doğa olayı” ilan edip Allah’tan bağımsız değerlendiren, dikkatlerimizi hep hadisenin kabuğu olan illetlerine yönlendirip ibret ve hikmetlerinden kaçıran “seküler bakış açısını” eleştirmiştik. Bu sakat yaklaşımın tam zıddı olan bir yaklaşım daha var ki, o da “fatalist bakış açısı” adını verebileceğimiz işte yukarıdaki yaklaşımdır.

“Takdir-i ilahi”, yani “Allah’ın takdiri”, Allah’ın ölçüsü, yasası, kuralı, sünneti, istek ve iradesi anlamına gelir. “Kader”, Türkçe’mize “Ne kadar? Şu kadar” gibi ifadelerde kullandığımız “kadar” olarak da geçmiştir.

Öncelikle söyleyeyim ki, seküler dünya görüşüne mensup olan insanların, Allah’ın vaz ettiği hayat prensiplerini bir tarafa bırakıp, ilahi iradeye uygun bir hayat yaşamayı reddettikleri halde; başları sıkışınca “takdir-i ilahi” söylemine sığınmalarını, bazıları gibi “buna da şükür” denilecek bir ‘gelişme’ değil, bir ikiyüzlülük olarak görüyorum.

İnsanın irade ve sorumluluğunun kapsamına giren her şeyde Allah’ın takdiri “insanın aklını ve iradesini kullanması”dır. Yani, böylesi bir durumda “insanın kaderi seçmek”tir. Allah insana iradesini kullanarak seçmeyi ‘takdir’ etmiştir ve işte irade ve sorumluluk kapsamına giren her şeyde “takdir-i ilahi” budur.

İlahi takdirin irade verdiği insanın sorumluluğuna bırakılan bu gibi durumlarda, insan, iradesini kullanmayıp, seçme sorumluluğunu doğru bir tercihle yerine getirmiyorsa, “Allah böyle dilemiş!”, “takdir-i ilahi buymuş!”, “kader!” deyip işin içinden çıkamaz. Bu tür bir yaklaşım, Kur’an’ın kınayarak aktardığı Mekke putçularının tavrını hatırlatır. Mekke putçuları, niçin puta tapmakta ısrar ettikleri sorulduğunda Allah’a iftira olan şu mazereti ileri sürüyorlardı: “Eğer Allah dilemeseydi biz O’ndan başka şeylere tapmazdık.” (16:35 krş. 6:148)

Bu küstahça mazereti ileri süren seküler mantıklı Mekkelilerin, Allah’ın vahiy yoluyla duyurduğu sözlü iradesine karşı açıkça tavır aldıkları bir gerçek. Böyle bir mazeret ileri sürerken, hiç de samimi olmadıkları ortada.

“Her şeye kadîr olan”ın külli ve mutlak iradesini yok sayan seküler mantığın inkarcılığıyla, O’nun insana verdiği cüz’î ve sınırlı iradeyi yok saymak anlamına gelen tavrın iftiracılığı aynı kapıya çıkar: Allah’a, insana, eşyaya ve kendisine karşı saygısızlık ve sorumsuzluk.

İslam’da içsel arınma yollarından biri olan tevbe ve istiğfar müessesesi, insanın eylemlerinin sorumluluğunu kabullenmesi üzerine oturur. Bahşedilen özgürlük nasıl ki bir insan hakkı ise, yüklenen sorumluluk da bu hakkın doğru kullanılmasıdır. Bir başka ifadeyle; mükellef olanın sorumluluğu, sorumlu olanın iradesi, iradesi olanın özgürlüğü vardır. İşte bundan dolayıdır ki, Uhud yenilgisi için “Bu başımıza nereden geldi?” diyenlere Kur’an açıkça şöyle cevap veriyor: “Sizin, kendi yüzünüzden!”

Zalim yöneticilerin, başları sıkışınca Allah’a iftira etmeleri yeni bir şey değildir. Emevi hanedanının ikinci ismi Yezid, muhaliflerine şöyle diyordu: “Boşuna uğraşmayın; Allah bizi istiyor. Allah bir şeyi beğenmediği zaman onu değiştirir.” (Uyunu’l-Ahbar) Aynı isim Hz. Hüseyin’in başı gösterildiğinde “Allah onu öldürdü (Taberi) diyerek Allah’a iftira edecektir. Aynı hanedana mensup, zulümleriyle ünlü Kufe valisi İbn Ziyad, Ehl-i Beytin kanlı başlarını, doldurulduğu çuvaldan çıkarırken bir yandan H z. Zeyneb’e şunu der: “Gördün mü, Allah ehl-i beytine ne yaptı?”

Kimse Allah’a iftira etmesin; hele görevini yapmayanlar, sorumluluğunu yerine getirmeyenler hiç. İşte şu hadis Rasulullah’ın kader anlayışını ortaya koyuyor: Ebu Huzame’den: Dedim ki: “Ey Allah’ın Rasulü! Okunuyoruz, ilaçla tedavi oluyoruz ve korktuğumuz şeylerden korunmak için tedbir alıyoruz. Bütün bunlar Allah’ın takdirini bizden çevirir mi? Allah Rasulü buyurdu: “Bunlar da Allah’ın kaderidir.” (Tirmizi)

Ya Hz. Ömer’in şu tavrı: İslam ordularını teftiş için halife Hz. Ömer Şam’a gitti. Ordu komutanı Ebu Ubeyde orduda veba salgını olduğunu söyledi. Hz. Ömer ordugaha varınca “Ben hayvanımın sırtında sabahlayacağım, siz de öyle yapın” dedi. Ebu Ubeyde sordu: “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” Ömer “Keşke bu sözü senden başkası söyleseydi; evet, Allah’ın kaderinden yine O’nun kaderine kaçıyorum” dedi.” (Buhari, Müslim. Daha fazla ayrıntı için İman isimli eserimize bakılabilir.)

Son bir uyarı: Yardımlar bir emanettir. Emanet ehline verilmediği için felaket bu kadar büyük oluyor. Varlıkları tahribe neden olanlar tamire girişemezler. Yardım emanetini “emin” olmayan ellere vermek “emaneti ehline vermemek”tir. Bizatihi sorunun bir parçası olanlardan sorunu çözmelerini beklemek abesle iştigaldir. Bu gibilerin denetimindeki kampanyalara emanet teslim etmek, bana “sermayeyi kediye yükletmek” deyimini hatırlatıyor? Yeni Şafak “Türk Medyası” imzalı kampanyaya katılırken işin bu tarafını da düşündü mü?

Yorum Yaz