Alternatif eğitim modelleri

Modern ulus devletin, insanoğlunun öğrenme aşkını sonuna kadar istismar ettiği gerçeği, sanırım konuya aşina herkesin üzerinde ittifak edeceği bir husustur. Yaygın ve örgün eğitimin, o eğitimi tarafsız bir biçimde örgütlemesi ve finanse etmesi gereken devlet eliyle, “beyin yıkama merkezi” haline getirildiği bir gerçek.

Bu acı gerçeğe rağmen, çocuklarımızın beynini ve yüreğini daha küçümencikken ellerine teslim ettiğimiz eğitim sistemi, onlara bilinç, bilgi, ahlak, inanç, kişilik kazandıramıyorsa, aksine onların kafalarını ve kalplerini ıskartaya çıkardığı gibi, hayatlarının en değerli yıllarını çalıyor ve onlara bunun karşılığında dünyevi bir gelecek dahi kazandıramıyorsa, bu tür bir eğitim sistemi insan öğütme makinası değil de nedir?

Bu ülkede eğitimin çöktüğünü söyleyenler, iyiniyetli bir önkabulden yola çıkanlardır. Bu, eğitimin önceden iyi olduğu önkabulüdür. Doğrusunu söylemek gerekirse, üç çeyrek yüzyıllık pozitivist eğitim politikaları, tam bir fiyaskodur. Bunu, modern Türkiye’nin bir insan ömrüne ancak baliğ olan eğitim tarihine üstünkörü bir bakışla dahi anlayabilirsiniz. Diyeceksiniz ki, “Osmanlı eğitim sistemi çok mu iyiydi?” Hayır, bunu kimse iddia edemez; fakat o ayrı bir yazı konusu.

Sorun temelde, dilsiz, hafızasız, tarihsiz, kültürsüz ve inançsız bir eğitim politikasının, mümkün olup olamayacağı sorunudur. Bunlar yoksa eğer, o halde “eğitim” nedir? Eğitim hangi paradigma üzerine bina edilecektir? Kendinize yedi kat yabancı bir paradigmanın mı? Sonuç ortada; Fikret Başkaya’nın o harika ifadesiyle: Paradigmanın iflası!..

İşin epistemik boyutu bir yana, pratik sonuçlarından yola çıkarsak, İslami paradigmaya dayalı klasik eğitim sisteminin sorunu “aklı” dolayısıyla “bilgiyi kullanma” sorunuydu. Pozitivist ve rasyonalist paradigmaya dayalı eğitim sisteminin sorunu ise “yapısal” ve hatta “ontolojik” bir sorun: Bilgiyi hikmetten ayırarak, eşyanın bilgisini eşyanın hikmetine karşı bir silah olarak kullanma ve bilgi elde etmeyi, bilgi objesinin varoluşundan bağımsız olarak düşünme. Heidegger’in o harika ifadesiyle “bilgiyi bilgi objesinden zorla elde edilmiş bir ganimet” gibi görme hastalığı.

Bu, bizim eğitim sistemimizin taklit ettiği Batı eğitiminin tıkandığı nokta. Ya bizim taklitçi eğitim sistemimiz? O hiçbir yerde tıkanmadı, çünkü doğru dürüst hiçbir şey öğretmedi. Ondan bende kalan, -bizim yaştakiler bilir- sadece ortaokulda başımıza zorla geçirdikleri zabıta şapkalarına benzer komik şeylerdir, o kadar. Şimdi çocuklarıma bakıyorum; hayatlarının en güzel yılları okullarda geçiyor, kazancımızdan eğitime aslan payını ayırdığımız halde okullar hiçbir şey vermiyor. Vermiyor ne kelime, alıyor; ömürlerini, sağlıklarını, kendilerine olan saygılarını, kişiliklerini ve tabii ki ellerinden gelse ‘inançlarını’!.. Hayli zamandır ciddi ciddi kendime soruyorum “Bu ülkede okulları okutmamak için mi yaptılar acaba?” diye.

Bundan yıllar önce, iflas eden eğitim sisteminin yerine alternatif eğitim metotları arayışına giren Batı’da denenmekte olan kimi yeni modeller dikkatimi çekmişti. Mesela, İtalya’da denendiğini duyduğum, “özgün, özgür ve diyaloğa dayalı” eğitim modeli bunlardan biri. Çocuklar dersi dersliklerde değil, istişare sonucunda belirledikleri müsait herhangi bir mekanda, çoğu kez de açık havada yapıyorlardı. Örneğin, din dersi kilisede, spor dersi de spor salonunda yapılıyordu. Öğretmen öğrencisini seçme hakkına sahip olduğu gibi öğrenci de öğretmenini seçebiliyordu.

Bu aslında bizim medrese metodumuzu andıran bir sistem. Özgün medrese metodunda talebe ve hoca münasebeti pasif değil aktif bir münasebettir. Bire bir insani ve ahlaki ilişkiyi de öğreten bir sistemdi. Son yüzyıllarda iyice rayından çıkan bu modelin ilk uygulandığı yüzyıllarda Gazzali gibi zekaları yetiştirdiği unutulmamalı.

Benim eğitim modeline en büyük itirazım, çocuğu şefkate en muhtaç olduğu bir dönemde, anne-babasından, kardeşlerinden ve yuvasından koparıp ‘yapay’ bir ortamda ‘robot-insana’ çevirmesidir. Bu nedenle de, ABD’de bilişim sistemini de aktif bir biçimde kullanan bir “ev okulu” projesini duyduğumda, bayağı ilgimi çekmişti. Çünkü, benim felsefeme göre en iyi okul ancak “aile ortamında” baba ve annenin de aktif öğretici olarak rol aldığı bir okuldu.

Geçenlerde ziyaretime gelen bir ABD’li Müslüman konuğum, Oak Meadow School’lardan söz etti. Bu, örgün eğitim sistemine isyan eden bir grup insanın birlikte oluşturdukları bir proje. Eğitimde öğrencinin kişiliğini ve tercihlerini önceleyen bir sistem. 1975’te hayata geçen proje şimdi dünya çapında “yerinden eğitim” veren bir uluslararası liseye dönüşmüş durumda.

Yeni yeni, Türkiye’de de örgütlenen Oak Meadow elbette İngilizce eğitim veren bir lise. Yeterli dil seviyesine ulaşan öğrenci, kendi evinden bu lisenin tüm programını takip edip, sonunda diplomasını alabiliyor. Fakat, asıl benim arzum, bu tip alternatif eğitim projeleri üzerinde Türkiye Müslümanları’nın da kafa yormaları. Çünkü, şu sıralar yaşanan başörtüsü zulmü biraz da bu tür arayışları mecburi hale getiriyor.

“Ama burası Türkiye!” dediğinizi duyar gibiyim. Olsun, “Kayseri’ye yaz gelir de Erciyes’e gelmez mi?” Ne ki, belki biraz geç gelir.

Yorum Yaz