Andolsun incire ve zeytine ve…

Her insanın olduğu gibi, medeniyetlerin de bir “aklı” vardır. Her insanın aklını kullanma kapasitesi, yöntemi, sistemi, verimi farklı olduğu gibi, medeniyetlerinki de farklıdır.

Bir medeniyetin aklından söz etmek, onun “Allah-insan-doğa” arasındaki öncelik-sonralık hiyerarşisini, bunlar arasındaki irtibat ve ilişkiyi, bu ilişkinin illet ve gayesini nasıl kurup tanımladığından söz etmektir.

İki ayrı medeniyet olarak Yunan-Batı aklıyla İslam aklı arasındaki esas fark işte burada kendini belli eder. Yunan-Batı aklında sıralama “İnsan-doğa-Tanrı” şeklindedir. İnsan dominant öğe, Tanrı ihmal edilebilir öğedir. Bu aklın illeti “hiçbir şeyden hiçbir şey çıkar”a dayanır, davranış bilgiden ahlaka doğru bir seyir izler. Bu akılda “insan” aktif “Tanrı” pasiftir. Prometheus’a Tanrı’dan ateşi çaldırtan işte bu akıldır. Tanrı kendisi verse “emanet” olur, emanet olsa hesap sorardı. Tanrı’dan zorla alan insan (!), doğadan haydi haydi alır. Doğa insanın tahakkümüne açık bir ‘nesne’dir.

İslam aklında sıralama “Allah-insan-doğa” şeklindedir. Dominant unsur “Allah”tır. Varlığın kaynağı, merkezi ve var edicisidir. Aktif, aktüel, her yer ve her anda şimdi ve burada olandır. Bu akılda “Allah yoktan var eder”. Davranış ahlaktan bilgiye doğru bir seyir izler (“Allah’ım! Yararsız bilgiden sana sığınırım!” Hadis). Bu akılda hiçbir unsur pasif değildir (“hiçbir varlık yoktur ki Allah’ı hamdi ile tesbih etmemiş olsun” Kur’an) İlişki diyalojiktir. Katı bir canlı-cansız varlık ayrımı yoktur. Allah mutlak hakim ve maliktir. Hiç kimse ondan çalamaz, o istediğine “emanet” eder. Doğa da, onun “kullanım hakkı”nı insana verdiği bir emanettir. İnsanı kendisi için doğayı insan için yaratmıştır. Dileyen bu emanete ihanet eder sonucuna katlanır, dileyen sadakat gösterir ödülüne nail olur.

İşte bu aklın ‘prototipi’ olan Hz. Peygamber, bunun için sık sık Uhud dağını bir can dostu ziyarete gider gibi ziyaret ediyor ve buna şaşıranlara da şu açıklamayı yapıyordu: “Evet, Uhud bir dağdır ama biz onu severiz o bizi sever.”

İslam aklının yağan yağmuru, nasıl kendisiyle diyalojik bir ilişki kurulacak “bî-şuur bir mümin kardeş” olarak gördüğünü şu sahih rivayet ortaya koyar: “Hz. Peygamber’le beraber mescitten çıkıyorduk. O sırada yağan sağanak yağmura doğru ilerledi ve elbisesini yağmura tuttu. Biz ne yaptığını sorduk. Dedi ki: “Onun Allah’la olan sözleşmesi benden daha yeni, yararlanıyorum.”

Eko tarım, organik tarım, ekolojik hayat?

Bütün bunlar sanırım çoğumuzun haberdar olmadığı kavramlar. Zehir yiyoruz, zehir soluyoruz, zehir pazarlıyoruz ve yediklerimizin ve soluduklarımızın cezasını çekiyoruz. Dün adı sanı duyulmamış hastalıklarla cedelleşen (“cebelleşen” değil) yüz binler bunun ispatı.

Biliyor musunuz; işi bilen insanlar, artık “Bana kurtlu elma, kurtlu ayva lazım” diyorlar? Ben de onlardanım, “Lazım değil, kurtlu olsun da, zehirli olmasın” diyenlerden.

Bu bir “akıl” meselesidir ve hakim küresel (!) akıl “açlık evrenseldir, rızık yetersizdir” ilkesine dayanıyor. Bunun için de “daha fazlasını iste” sloganıyla tohumların genleriyle oynuyor, eko sisteme hoyratça müdahale ediyor, suni gübreyle toprak zorlanıp yoksullaştırılıyor, milyonlarca ton tarımsal zehirle eko sistemin dengesi bozuluyor?

İnancımız o ki: her çocuk rızkıyla doğar, rızık Allah’tandır. Bu rızık mülkiyet değil emanettir. Emanete sadakat, onu paylaşmayı bilmekten geçer.

“İncire ve zeytine… Dağa ve düzlüğe… Göğe ve yere… Geceye ve gündüze… Teke ve çifte… Anaya ve oğula… Koştukça koşanlara… Tozu dumana katanlara… Ektikçe ekenlere andolsun!” İşte Kutsal’ın ışığının şavkının eşyaya düşmesi budur. Ve bu ışık sayesinde eşyanın kutsalla irtibata geçmesi budur.

Mekke zaten “harem” idi. Harem, yani “mahrem”, yani “hürmete layık” yani “toprağına taşına, ağacına kuşuna, kurusuna yaşına saygılı ol” emri. Hz. Peygamber Yesrib’i Medine yapınca ilk işi onu “Mekke’nin kardeşi” ilan etmek oldu: Yani “Harem”. Direnemeyeceklerini anlayınca Taifliler heyet yolladılar Nebi’ye: Teslim olacağız fakat taleplerimiz var. Taif bölgenin tek yeşil adası. Taleplerin tümü, hepten ya da kısmen red, yalnızca “Taif’i de Medine gibi harem ilan et” dışında. Ona kabul. İşte Peygamber!

Osmanlı “Harem”i, Mekke ve Medine’nin kardeşi ilan etmişti. Osmanlı insanı bunun için Harem’den (Şu bizim Üsküdar’ın Haremi) bir ağaç kesmeyi günah sayardı. Medeniyetimizin bir tek “kızıl elma”sı varsa o da nedir biliyor musunuz: tüm dünyayı “harem”, yani “muhterem”, yani “hürmete layık” hale getirmek.

Bu yazıya otururken aklımda kendini doğaya kardeş kılmış ve adamış sevgili Victor Ananias vardı. Onun o güzel, o toprak gibi, insana itimat telkin eden duruşunu yazmak vardı. Onun ekibiyle bin bir emekle çıkardığı Türkiye’nin alanında en saygın (belki de tek) Ekolojik Yaşam Dergisi Buğday vardı. Benim iki yıldır kullandığım 2005’e ait Buğday Ekolojik Ajandası vardı ( www.bugday.org )?

Ama görüyorsunuz, kelam “mâ-cerâsını” bulunca zapt edilmiyor. Ben de edemedim. Ama söz! Size sevgili Victor’un insanımıza yaptığı katkılardan, eko tarımdan, Osmanlı döneminde yazılmış nadide botanik eserlerden, fırsat buldukça yine bahsedeceğim.

Bu arada, bir “hayırlı olsun” da, MÜSİAD kadrosundan Yunus Aksu ve ekibinin yeni kurduğu “eko tarım” derneği Doya-Der’e de “Hayırlı olsun” diyelim.

Ve bir taziye: Yazıyı tam bitirdiğim sırada Sadreddin Yüksel Hoca’nın “ğayb” olduğunu öğrendim. Ölüm hayatın öbür yüzü. Allah onu umduğuna nail etsin.

 

Yorum Yaz