Ankara’nın kalbi de var mı?

Bu kafile gerçek bir şampiyonlar kafilesi. Bu şampiyonların medya desteği yok.

Bırakın desteği, ideolojik takıntılı medya kösteği var. Çünkü bu şampiyona “insan hakları” şampiyonası, şampiyonlar da insan hakları şampiyonları. Üstelik bu hak “başörtüsü hakkı”.

Dolayısıyla insan hakları şampiyonasının, “yoğurt yeme şampiyonası” kadar bile kıymet-i harbiyesi yok. “Kaçırılan kız”ın ardına düşen Türkiye medyası, ağlatılan on binlerce kıza karşı kör, sağır.

Bu özgürlük yürüyüşçülerini “şampiyonlar” diye adlandırmama, şu bilgilere vakıf olduktan sonra siz de hak vereceksiniz:

22 Ekim’de başörtüsü mağdurlarından ve destekçilerinden oluşan kafile Urfa’dan yola çıktı. Bir buçuk aydan beri yoldalar. 1500 kilometre yolu hiç arabaya binmeden, bazen eksi 10-15 dereceye düşen dondurucu soğukta kat etmek dile kolay.

“Özgürlük Kafilesi” Bu yazının yazıldığı saatlerde son durak olan Ankara’ya girmiş bulunuyorlardı. “Özgürlük Kafilesi”nden, iyi bir okurum olan Gökhan’ı aradım.

Ayaklarını sordum. Ayakları kevgire dönmüş, su toplamış, derman kalmamıştı. Yüreklerini sordum. Bu kadar meşakkatli bir yolculuğun ayaklarla değil, sağlam ve dik duran yüreklerle alınacağını biliyordum, cevap da öyle oldu.

Kafilede üç dede varmış: Biri 78, biri 75, diğeri de 65 yaşında. “Özgürlük Kafilesi”ni yalnız bırakmamışlar. İlerlemiş yaşlarına rağmen, değme gencin katlanamayacağı yolu genç yürekleri ve yaşlı bacaklarıyla son durağa kadar almakta tereddüt etmemişler.

Mesela 78 yaşındaki Halef (İşcan) dede Adana’dan katılmış. Ankara’ya kadar 700 kilometreyi bulan yolu yaya olarak kat etmiş.

Prensip olarak arabaya binmiyorlarmış. “Hiç mi?” diye sordum, “Evet, hiç!” cevabını aldım. Zaten Konya’dan sonra donma tehlikesi geçirmelerinin sebebi de bu prensipmiş.

“Özgürlük Kafilesi”ni, bunca yolu yaya almak yormamış ve üzmemiş. Hatta onları, Konya/Ereğli’ye bağlı Bulgurluk Köyü’nün Kemalist-sosyalistleri bile o kadar üzememiş. Tam bayram arifesinde, namaz kılmak ve dinlenmek için camiine sığındıkları bu köyde, söz konusu zümre tarafından sopalarla ve taşlarla saldırıya uğramışlar. Kolluk güçleri engel olmasaymış, köy camiine sığınan “Özgürlük Kafilesi”ni dövmeyi bile gözlerine kestirmişler. (Türkiye’de böyle bir köy olacağını asla düşünemezdim, hele Konya’da. Hâlâ inanasım gelmiyor.)

Peki ne üzmüş?

Niğde/Çiftehan’da yine uzun ve yorucu bir etabın ardından Allah’ın evi, Kâbe’nin şubesi bilerek sığındıkları bir camiin imamı tarafından “burası kamusal alan, buraya giremezsiniz” diye kovulmaları üzmüş. Üzmüş ne kelime, kelimenin tam anlamıyla kahretmiş onları. Hani şairin Mansur’a gül atan dostu Şibli’yi kast ederek dediği gibi:

“Düşman atsın taşlarını gam değil/ Dostun bir tek gülü yaralar beni” cinsinden.

İşte bu, rezaletin daniskası. Bu ülkede icat edilen en kaba şakalardan biri olan şu “kamusal alan” şakasının, cahil ve misyonundan habersiz bir memur (İmam değil, imam olsaydı bu günahı işlemezdi) tarafından algılanış biçimi. Ey kamusal alan şakasını icat edenler, helal olsun size! Siz olmasaydınız, kim bu ülkeyi bu kadar komikleştirebilirdi?

“Kolluk güçleri nasıl davrandılar?” soruma bayağı renkli cevaplar aldım. Kimi yerde jandarma çok iyi davranmış, kimi yerde de çok kötü. Hatta bazen, onlardan önce davranarak, güzergahtaki köyleri “Özgürlük Kafilesi”ni köye sokmamaları için tahrik ettikleri bile olmuş.

Fakat en komikleri istihbarattan (Hangisi acaba? İstihbarat bir değil ki, elvan elvan!) sandıkları kişilermiş. Hiç tanımadıkları bu kişiler kimi güzergahlarda kafileye takılarak olur olmaz yerde tahrik edici sloganlar atmaktan, onları “devlet aleyhine” konuşturmaya kadar, denemedikleri numara kalmamış. Yine bu zümreden sandıkları bazıları çok iyi kişilermiş.

Sahi, bütün bunları nakletmek bana mı düşer? Yok mu gazetelerimizin muhabirleri, haber diye taşa düşen acar gazetecileri? Demek ki ya yok, ya da bu olayın haber değeri yok.

“Özgürlük kafilesi” şu anda Abdi İpekçi Parkı’nda, çadırda. Ankaralıların coşkulu karşılaması onlara yorgunluklarını kısmen unutturmuş gibi. Onlar, Başbakan’dan, Meclis Başkanı’ndan ve Milli Eğitim Bakanı’ndan randevu talep ediyorlar. Bu onların hakkı.

Bu ülke, onların da ülkesi olduğu için değil yalnızca, yüzbinlerce mağduru temsil ettikleri için. İnanıyorum ki onlar biraz da Başbakan’ın bu ülkede okuyamayan örtülü kızları için yürüdüler. Dışişleri Bakanı’nın mağdur eşi için yürüdüler. Resepsiyona eşsiz davet edilerek onurları incitilen milletvekilleri ve eşleri için yürüdüler.

Onlar bunu hak ediyorlar. Azra Akın’ı kabul etmekte tereddüt göstermeyen resmi merciler, Avrupa’sı, AİHM’i olmayan bu gadre uğramış insanları “adam yerine” koyacak mı? Yoksa Avrupa Ankara’ya nasıl bakıyorsa, Ankara da mağdur ettiği kendi insanına öyle mi bakacak?

Ankara’nın gözü var, vatandaşını dikizliyor. Kulağı var, vatandaşının yatak odalarını dinliyor. Sopası var, vatandaşlarını korkutuyor. Havucu var, vatandaşlarını besliyor.

Bakalım kalbi de var mı; acıyan, sızlayan, seven? Bekleyip, göreceğiz.

Yorum Yaz