Barbarlar ve medeniler (!!!)

“Arawak yerlileri silah taşımıyorlardı. Hatta silahın ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Onlara bir kılıç gösterdim, keskin tarafından tuttular ve ellerini yaraladılar.”

Kristof Kolomb’un tuttuğu seyahat günlüğünden bir alıntı bu. Kolomb, bu notu Bahama Adaları yerlilerinden Arawaklar hakkında yazmış. İspanya’daki patronlarından birine yazdığı mektupta “dünyanın en nazik insanları” diye söz ettiği Amerika Kızılderilileri için şöyle diyor: “Kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyanın en tatlı dilli insanları, hep gülüyorlar.”

Bu övgüleri sıralayan Kolomb’un bu tasvirlerine bakıp da aldanmayın. Günlüğünün bir yerinde şöyle diyor:

“Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün yerlilerin hepsini kolayca boyun eğdirebiliriz ve her istediğimizi yaptırabiliriz.”

Evet!

Medeni dünyanın (!) dünü bilinmeden, bugünü değerlendirilemez. Bugün dünyanın kendileri dışındaki kısmını “geri”, kendilerini ise “ileri” olarak niteleyen bu mütekebbir ve müstekbir uygarlığın, bu “ilerlemeyi” elde etmek için dünya insanlarına ödettiği bedeli biliyor musunuz?

Yoo, yoo! Babasının suçundan oğlunu sorumlu tutmuyorum. Ama bizim konumuz baba-oğul meselesi değil ki! Medeniyet meselesi. Ve medeniyetlerin amel defteri, bir bütün olarak ele alınır ve değerlendirilir.

Hele, “ilerleme” mitini üstünlük ve tahakkümün gerekçesi olarak görüp gösteriyorsa, işte o zaman “geri” sayılanların ve tahakküm altına alınmak isteyenlerin bu sözüm ona ilerlemenin cemaziyel evvelini sorgulamak sadece hakları değil, görevleridir de.

Evet, şu doğru: Avrupa’nın (ABD, Avrupa uygarlığının doğal bir parçasıdır) kalkındığı şartlarda kalkınmak yüz kızartıcı bir insanlık suçudur.

Bunu, savunmacı bir psikolojiyle söylemiyorum. Yenik bir medeniyetin çocuğu olduğum doğru; fakat bedeli insanlık haysiyeti, soykırım, kan, gözyaşı ve ah olan bir galibiyet, beni böylesine bir mağlubiyetten daha fazla tedirgin ederdi. Eğer zalim ya da mazlum olmak seçeneklerinden birine mahkum edilirsem, kendi payıma mazlum olmayı tercih ederim.

Ulaşamadığı ciğere kokmuş diyen kedi kompleksi içinde de değilim. Çünkü böyle bir şeyi “ulaşılacak” bir seviye olarak hiç görmedim. Bu bir alçalıştır ve yüzkarasıdır. Kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine kuran bir uygarlığın “ileri” ve “gelişmiş” bir çocuğu olmaktansa, zulme ve sömürüye maruz kaldığı için yenilmiş bir medeniyetin çocuğu olmakla gurur duyarım.

Hiç olmazsa yediğim ekmeğin hamuru kanla yoğrulmadı.

Hiç olmazsa, yaşadığım toprak, bir ya da birkaç ırkın soykırıma tabi tutulup insanlık suçu işlenerek alçakça gasp edilmiş bir toprak değil.

Hiç olmazsa, sahip olduğum hayat standardı, başkalarının kanına, canına, ırzına, dinine, toprağına, değerlerine, kültürüne ve uygarlığına tecavüz sonucunda elde edilmiş değil.

Ben demiyorum, ABD’li tarihçi Samuel Eliot Morison (H. Zinn, Fatihler Yargılanıyor) diyor. Okuyun:

“1492’de bir yeryüzü cenneti olan (yeni adıyla) İspanyol Adasının bütün insanlarının yok edilmesi siyaseti ve o siyasetin uygulanması, tek sorumlusu olan Kolomb tarafından başlatıldı. Çağdaş bir etnologa göre 1492’de 300.000 olması gereken ada nüfusunun üçte biri 1494-1496 arasında öldürüldü. 1508’de, sağ kalan yerlilerin sayısı 60.000 idi. 1548’de Oviedo (İspanyolların resmi vakanüvisi), adada yaşayan Kızılderililerin 500’ü bulduğundan kuşkuluydu.” (s. 59)

Bartolome de la Casas (1474-1566) bir piskopos. Amerika kıtasına ilk çıkan Avrupalı ‘kaşiflerin’ yanında din adamı olarak bulunan seleflerinden dinlediği ve bizzat kendi şahit olduğu zulüm ve katliamların notunu tutan Casas’ın bu notları, yazıldıktan ancak 3,5 asır sonra yayınlanabildi.

İşte Casas’tan birkaç alıntı:

“İspanyol adası adı verilen adaya ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bugün ise 200’den fazla kalmadı.” (s. 23)

“Kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını deleceği, ya da bağırsaklarını dökeceği üzerine bahse giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülüşüyorlardı…” (s. 27)

“…bu kaptanın önceden boyun eğmiş yerlileri, diğerleriyle savaşsınlar diye beraberinde götürme alışkanlığı vardı. Götürdüğü 15-20 bin (yerli) adama yemek vermediğinden, yakaladıkları yerlileri yemelerine izin veriyordu. Ordugâhında akıl almaz bir insan eti kasaplığı vardı.” (s. 62)

“Saint François tarikatı papazı Marcos de Niza’nın Castilla kralına yolladığı mektuptan: Yerliler İspanyollara en ufak bir şey yapmadan, hiçbir şeye sebep olmadan yakıldılar. Oraya gelen Ocana isimli bir papaz adayı, yanan bir erkek çocuğu ateşten çekti. Başka bir İspanyol gelerek, çocuğu elinden alıp yeniden alevlerin ortasına attı… İspanyolların, yerlilerin ellerini, burunlarını ve kulaklarını hiç sebepsiz, sadece canları istediği için kestiklerini gözlerimle gördüğümü aynı şekilde doğrularım.” (s. 104)

Ne dersiniz; siz de benim gibi, “bu şartlarda kalkınmak yüz kızartıcı bir insanlık suçudur” demez misiniz?

Seyrettiğiniz Kızılderili filmlerini düşünün bir de? Acımasız, vahşi, korkunç, ilkel, yamyam, saldırgan Kızılderili… Medeni, ilerici, kahraman, korkusuz, gözü pek kovboy…

Şimdilerde o klasik “kahraman kovboy barbar Kızılderililere karşı” filminin son versiyonunu izliyorsunuz. Üstelik bu filmin figüranlığını da malum Türk medyası yapıyor.

Yerseniz…

22 Ekim 2001 Pazartesi

Yorum Yaz