Başlamak; O’nun adına, O’nunla, O’nun için…

Kalem uygarlığının çocukları, kalemin gücüne, sözün ve yazının gücüne inanırlar. Çünkü onlar sözlerin en yücesi olan vahiy emanetini sırtlanmışlardı.

“Oku!

Yaratan Rabb’in adına!

O insanı bir hücreden yarattı.

Oku ki senin Rabb’in en büyük ikram sahibidir;

O ki kalemle öğretti, O insana bilmediğini öğretti!”

“Kalem” onların gözünde sıradan bir araç değildir. Çünkü kutsal olanı taşıyan araca, taşıdığı kutsaldan bir şeyler ilişir.

Başlamak zordur. Fakat O’nun adına, O’nun adıyla, O’nun içinse, kolaylaştırılır. “Rabbi yessir ve la tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr: Rabbim, kolaylaştır zorlaştırma; Rabbim hayırla sonuçlandır!” duası, her işe başlarken parolamız, şifremiz, anahtarımızdır.

Bir ayağı Avrupa’da bir ayağı Anadolu’da olan birinin kimi zaman Avrupa’daki Anadolu’yu kimi zaman da Anadolu’daki Avrupa’yı ele alıp bu köşenin okurlarına sunması doğaldır.

Hoş, artık kıtalar eskisi kadar birbirine uzak değil. Amsterdam’dan bindiğimde İstanbul’a 2 saat 45 dakikada, bilemediniz 3 saatte ulaşıyorum. Neredeyse bu, trafiğin yoğun saatinde İstanbul’un bir yakasından öbür yakasına geçiş zamanı kadar bir şey.

Gündemler ne kadar farklı olursa olsun, Batı’da da Doğu’da da, Avrupa’da da Asya’da da insanın temel sorunları hemen hemen aynı. Ahlaki çürüme, toplumsal kokuşma, siyasal yozlaşma gerek illetleri gerekse sonuçları açısından her yerde insanın insanlığını vuruyor. İnsanı savunmanın, onu diri tutan değerleri savunmanın vatanı, coğrafyası olmaz.

Çözümler de öyle. Selim aklın yolu bir… Hasan için yazılan ebedi mutluluk reçetesi, Hans için de geçerli. Vahiy, tüm yanık gönüllerin sürekli muhtaç olduğu hayat suyu. Bu köşede, derin dertlerimize birlikte merhem arayacağız. Acıları paylaşarak azaltacak, sevinçleri paylaşarak bereketli kılacağız.

Birlikte… Adalet ve itidalle… Sözün gücüne, kalemin etkisine, yazının kalıcılığına inanarak…

31 Mart muhabbetleri

Ayağımın tozuyla, Ahmet Altan’ın kaleme aldığı yeni romanının konusundan yola çıkarak tartışılan 31 Mart konusuna girip girmemekte tereddütlüyüm.

Ahmet Altan, romanında “resmi tarih”in kartondan kulelerinden birine ateş açmış. Türkiye’deki “askeri cumhuriyet”e karşı hiç de küçümsenmeyecek bir mücadele veren Altan ailesinin bir ferdi olan Ahmet Altan özetle diyor ki: 31 Mart resmi tarihin ortaokul ve liselerde onlarca yıldır kafamıza vura vura ezberlettiği gibi mürteci takımının kotardığı bir silahlı ayaklanma değil, görünürde dini motiflerin kullanıldığı askeri bir ayaklanmadır.

Buradan yola çıkarak Ahmet Altan’ın ulaştığı sonuç çok daha hayati önemde: “Askerler iç düşmanın varlığını meşruiyet gerekçesi yaparak ayaklanmışlardır. 31 Mart’tan 28 Şubat’a tüm askeri müdahaleler, aynı gerekçeler dillendirilerek gerçekleştirildi. 31 Mart orduyu siyasetin içinde tutacak bir neden olarak günümüze kadar yaşadı. Tıpkı, mürteci ayaklanması olacak diye yapılan ve askerin iktidardaki gücünü pekiştiren 28 Şubat müdahalesi gibi. Bence Türkiye’de hiçbir zaman bir mürteci ayaklanması ihtimali yoktu.”

Sevgili Altan’ın bir de meydan okuması vardı: “Bunun böyle olmadığını söyleyen tarihçi varsa çıksın!”

Altan’ın, bu gerçeği ilk kendisinin fark ettiği gibi imaların doğru olmadığını en iyi bilen kesim İslami kesimdir. Bu ülkenin evladına “yersen” kabilinden yutturulmaya çalışılan “resmi tarih” zakkumunu ilk keşfeden Müslümanlar, 31 Mart başta olmak üzere, Çanakkale’den Türk-Yunan savaşına, Anadolu halk ayaklanmalarından Şeyh Said ayaklanmasına, Milli Mücadele’den Menemen olayına, Kazım Karabekir’in TCF’sinden Fethi Bey’in Serbest Fırka’sına kadar resmi tarihin yeniden kurguladığı olayların gerçek yüzünün gösterilenden çok farklı olduğunu biliyorlardı.

Bunu Ahmet Altan’ın yeni keşfetmiş olması, daha önce bilinmediği anlamına gelmez. Müslüman kesimin bir çok yazarı ve tarihçisi bu gerçekleri yaklaşık 50 yıldan beri dile getirdiler, fakat her seferinde mahkumiyetler ve mahrumiyetlerle susturuldular.

Altan’ın muhalif olma imtiyazı

Bu sefer karşılarına Ahmet Altan gibi “mürteci” diyerek tepesine çullanamayacakları, “Söyletmen, vurun!” mantığıyla linç edemeyecekleri biri çıktı.

Siyaset Meydanı’na “Dur bakalım, bu kez hangi numarayla hık-mık edecekler?” merakıyla takıldım. Hayret vallahi! Taha Kıvanç’ın öngörüsü gerçekleşti ve adamlar pişkin pişkin “Bu zaten biliniyordu” demeye getirdiler.

Üç kişinin arasında “ilim adamı” vasfını haiz bir tek Tarih Doçenti olan zat vardı. Ahir yaşında birilerinin torbasını doldurmak için modası geçmiş bir taş plak gibi yanlarında taşıdıkları sözüm ona tarihçinin işine gelmeyen soruları duymadığını biliyordum. Fakat bu sefer açık verdi; çocuklar bile kahkaha atıyordu…

İstiklal Mahkemelerinin kurdurduğu darağaçlarının vatana ne büyük hizmet olduğunu ispat için değil bilim adamının, bir filim adamının bile yüzünü kızartan tezlere sahip imtiyazlı profesör için “Allah ıslah etsin!” demekten başka söylenecek söz yok.

Sevgili Altan! Sipariş alıyor musun, bilmiyorum. Fakat “Milli Mücadele” hakkında bir roman yazmayı düşünmüyor musun? Korkma, seni öcüler yemez. Çünkü sen İslami kesimden değilsin. Fakat eserin için garanti veremem.

Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sının başına neler geldiğini unutmadık da…

“Oku!

Yaratan Rabb’in adına!

O insanı bir hücreden yarattı.

Oku ki senin Rabb’in en büyük ikram sahibidir;

O ki kalemle öğretti, O insana bilmediğini öğretti!”

Kalem uygarlığının çocukları, kalemin gücüne, sözün ve yazının gücüne inanırlar. Çünkü onlar sözlerin en yücesi olan vahiy emanetini sırtlanmışlardır.

“Kalem” onların gözünde sıradan bir araç değildir. Çünkü kutsal olanı taşıyan araca, taşıdığı kutsaldan bir şeyler ilişir.

Başlamak zordur. Fakat O’nun adına, O’nun adıyla, O’nun içinse, kolaylaştırılır. “Rabbi yessir ve la tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr: Rabbim, kolaylaştır zorlaştırma; Rabbim hayırla sonuçlandır!” duası, her işe başlarken parolamız, şifremiz, anahtarımızdır.

Bir ayağı Avrupa’da bir ayağı Anadolu’da olan birinin kimi zaman Avrupa’daki Anadolu’yu kimi zaman da Anadolu’daki Avrupa’yı ele alıp bu köşenin okurlarına sunması doğaldır.

Hoş, artık kıtalar eskisi kadar birbirine uzak değil. Amsterdam’dan bindiğimde İstanbul’a 2 saat 45 dakikada, bilemediniz 3 saatte ulaşıyorum. Neredeyse bu, trafiğin yoğun saatinde İstanbul’un bir yakasından öbür yakasına geçiş zamanı kadar bir şey.

Gündemler ne kadar farklı olursa olsun, Batı’da da Doğu’da da, Avrupa’da da Asya’da da insanın temel sorunları hemen hemen aynı. Ahlaki çürüme, toplumsal kokuşma, siyasal yozlaşma gerek illetleri gerekse sonuçları açısından her yerde insanın insanlığını vuruyor. İnsanı savunmanın, onu diri tutan değerleri savunmanın vatanı, coğrafyası olmaz.

Çözümler de öyle. Selim aklın yolu bir… Hasan için yazılan ebedi mutluluk reçetesi, Hans için de geçerli. Vahiy, tüm yanık gönüllerin sürekli muhtaç olduğu hayat suyu. Bu köşede, derin dertlerimize birlikte merhem arayacağız. Acıları paylaşarak azaltacak, sevinçleri paylaşarak bereketli kılacağız.

Birlikte… Adalet ve itidalle… Sözün gücüne, kalemin etkisine, yazının kalıcılığına inanarak…

 

Yorum Yaz