Bir Hacın ardından

Hac için yola çıkarken, çeşitli yerlerde farklı kimseler tarafından bana ağzı kapalı zarflar uzatıldı.

Bunlardan biri de bir başörtüsü mağduresinin zarfıydı. Kutlu beldede açılması şartıyla verilmişti.

Şehirlerin anası Mekke’de zarfı açtığımda karşılaştığım manzara, gerçekten göz yaşartıcıydı. Zarfın içinden başörtüsünden kesildiği aşikâr olan bir parça ile birlikte, bir de not çıktı. Notta, söz konusu başörtüsü parçasını Kâbe’nin örtüsüyle buluşturmam isteniyordu.

Bu dramatik manzara karşısında gönlümün taşmasına, gözlerim daha fazla engel olamadı. “Ne soylu bir eylem!” dedim kendi kendime. Evet, soylu bir eylemdi. Çünkü insanla Mekke, kalple Kâbe, başörtüsüyle Kâbe’nin örtüsü, kutsal beldenin dokunulmazlığını temsil eden “harem” ile kadının dokunulmazlığını simgeleyen “mahrem” ve hacının dokunulmazlığını ve hürmete layık oluşunu simgeleyen “ihram” arasında lugavi, fikri, hissi ve fiili bağlantılar vardı.

Kâbe, Allah’ın tabiattaki “beyti”, kalp Allah’ın insandaki “beyti” idi. Mekke, Kur’an’ın tabiriyle “ummu’l-kura” (şehirlerin anası), kadın ise “insanlığın anası” idi. İnsanlığın, varlığını rahmetin tecellisi olan rahmine borçlu olduğu kadının örtüsü, Kâbe’nin örtüsünden daha az kutsal değildi. Dolayısıyla kadının mahremiyetine saldırmak, Kâbe’nin mahremiyetine saldıran Ebrehe’nin ve Haccac’ın rolüne soyunmaktı. Nasıl Mekke’nin etrafı birinci derecede güvenli bölge ilan edilerek “harem” diye adlandırılmışsa, mü’min kadının da aynı şekilde hürmeti ve ihtiramı tescil edilerek “mahrem” sayılmış ve örtü emriyle hürmeti, Allah tarafından tescil edilmişti.

Beni hayli duygulandıran ikinci sahne, eşimin giysilerimin ceplerine koyduğu notlar oldu. 1995’teki -Gölcük Medresesi- günlerinde gönderdiğim çamaşırların arasına çocuklarıma ve annelerine kısa notlarımı derç ettiğim ve aile eğitimi açısından hayli etkisini gördüğüm bu uygulama, eşim tarafından hacda bana uygulanmıştı.

Bu notlar arasında çıkan bir tanesinde, şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla şu mealde bir şeyler yazıyordu: “Efendimize de ki: Çok istedi, ama gelemedi, gönlünü gönderdi. Bir de şunu ekle: Dört çocuğuyla birlikte seni okuyorlarmış, seni özlüyorlarmış, seni seviyorlarmış. Sevgisinin alâmeti olarak da bir ana olarak yavrularını senin adandığın kapıya adıyormuş. Ne bileyim işte; hali pür melalimizi anlatacak bir şeyler söyle, bizim için dua iste.”

Arafat, piyango değil “marifet” diyarı

İkramıyla hem her seferinde memnun eden İkram’ın keremli sahiplerinden Ekrem Bey’in daha buradayken, “Bir Arafat konuşması lütfedersiniz herhalde” ricasına “evet” demiştim.

Bana kalsaydı, haccın secdesi olan marifet diyarı Arafat’ta, kalabalıkları terk edebildiğim kadar terk eder, bulabildiğim en tenha yerde yüzümü Rahmet tepesinin kayalıklarından birine yaslar, cennetini yitirmiş bir Âdem gibi gözüme gönlümden bir kanal bağlayarak “Havva” mı, yani “Leyla” mı, yani “rahmeti” dilenirdim.

Fakat bu kez kendimden daha çok başkaları için oradaydım.

Arafat, hiç kuşkusuz, ellerindeki servis işi kitapçıklarda okudukları pertavsızla büyüterek cehaletlerinin üzerini örten resmi din görevlilerinin hacılara vadettikleri “piyango” çekiliş yeri, ya da “banko ikramiye” değildi.

Allah insanları Arafat’ta marifete ermeye, kendini bilmeye, kendi sınırlılığını ve Rabb’inin sınırsızlığını, kendi yetersizliğini ve Rabb’inin yeterliliğini, kendi aczini ve Rabb’inin keremini bilmeye davet etmişti. Buna rağmen, insanlara ha bire Arafat rüşveti dağıtanlara ne demeli? Bazı görevliler, kendi ceplerinden hacca geldikleri hacılara olan borçlarını, onları bilgi ve bilinçle donatarak ödemek yerine, Arafat’ı bir “bana da çıkar mı diyen günahkâr olur” söylemiyle Allah adına “garanti belgesi” sunarak ödemeye kalkışmalarına ne ad koyacağımı hâlâ bulabilmiş değilim. Bu, Allah kesesinden başkalarına manevi rüşvet dağıtmak gibi geldi bana. Oysaki Peygamber, hacla ilgili müjde verirken hep şu kaydı düşüyor: “Kabul olmuş bir hac…”

Hem gördüm, hem birçok örneğini dinledim: Adam oraya kadar gelmiş, aynen şunu diyebiliyor: “Benim affa ihtiyacım yok, beni kabul edecekse Allah böyle kabul etsin.” Arafat’ı “banko” görenler, Ebu Cehil’in, Ebu Leheb’in ömürlerinde çok kez hac yaptıklarını biliyorlar mı?

“Hacı Ebu Cehil”, ha?

Gerisini okuyucu düşünsün…

Evet, Arafat bir sıfırlanma mekânı ve zamanıdır. İbadetler içinde zaman ve mekân itibariyla mahdut tek ibadet Arafat Vakfesi’dir ve işte bunun için de Peygamber’in dilinde “Hac Arafat’tır.”

Zaman ve mekân…

Şimdi ve burada…

Yani, ömrü sıfırlayıp hayat adlı koşuya Allah’la akit yaptıktan sonra yeniden başlama noktası. “Start” bir bakıma… Kilometrenin “00.00”ı gösterdiği, ömür yolculuğundaki “başlangıç noktası”.

İşte orada ve o anda, yazının girişindeki anekdotların da eşliğinde bir gönül diyalogu gerçekleşti Arafat’ta.

“İbadetler, Allah’a yollanmış mektuplardır. Allah’a boş zarf göndermeyin! Size birileri boş zarf gönderse onun hakkında ne düşünürdünüz? Zarfın içini doldurun! Zarfın içi, ibadetin ruhudur, şuurudur, gayesidir!” demiştik.

Gökler duaya durunca

Ve binlerce el duaya kalktı…

Herkes hıçkırıklara boğulmuştu…

Adem ağlıyordu, ademoğulları ağlıyordu. Çünkü Ademoğulları cennetini kaybetmişler, dünyalarını arkalarına atıp, kefenlerine sarınarak, mahşere koşmuşlardı.

Mekke ağlıyor, Rahmet tepesi ağlıyor, Sevr dağı ağlıyordu…

Kudüs, Kahire, Şam, Gırnata, Semerkant, Buhara, Taşkent, İstanbul ağlarken, Mekke nasıl gülsündü. Çocukları ağlayan bir ana gülebilir miydi? Ağrı Dağı, Hindikuş Dağı, Tanrı Dağı, Atlas Dağı ağlarken, Rahmet ve Sevr dağları gülebilir miydi?

Aman Allah’ım! Bu ne muhteşem katılım: Gök de bu ağıda katılmıştı.

Pıt… Pıt… Pıt…

Avuçlarımıza berrak ve yakıcı Arafat semasından, göğün gözyaşları gibi yağmur damlaları düşüyordu.

Yapılan duaların altına göklerin attığı imza gibi geldi herkese bu yağmur. Göğe çıkan dualara, göğün icabetinin işareti gibi yorumlandı.

Duadan sonra kulağıma eğilen bir dost “Zarfların içi dolu gitmiş değil mi hocam?” dedi ve ekledi: “Ben özel imkânlarım sayesinde 1980?den beri hac yaparım, Arafat Vakfesi sırasında, hem de duada son yağmur 1981 yılında yağmıştı” dedi…

Buhari’nin naklettiği, Rasûlullahın Rabb’ini okuyuşlarından birini ifade eden rivayet geldi aklıma:”Enne inde zanni abdî bî” Biraz serbest bir çeviriyle anlamı şu: “Ben kulumun bana olan hüsnü zannını karşılıksız bırakmam!”

……..

İçimden ne geçti, biliyor musunuz?

Eğer Türkiye’den buraya gelen insanların çok değil yüzde onu haccın ruhunu yakalayıp, niçin geldiğinin farkına varsın; Arafat’ta marifete, Meş’ari’l-Haram’da şuura ersin ve Mina’da taşladığı şeytanın sembolize ettiği hakikati kavrasın, şu çorak ülkem, bunca çöl olmak yerine rahmete gark olup, göl olurdu!

Ne dersiniz, haksız mıyım?

( 19 Mart 2001 )

 

Yorum Yaz