Bir ilim arkeologu olarak Üstad Hamîdullah

Üstad Muhammed Hamidullah ‘ğâib’ olalı 3 yıl olmuş (17 Aralık 2002).

Geçenlerde, Erdemder’in İstanbul’da düzenlediği bir panelde, Salih Tuğ ve Suat Yıldırım hocalarla birlikte onu yâd ettik.

Üstad, kendisiyle aynı yüzyılda yaşamaktan iftihar duyduğum bir dizine insandan biriydi. Âlimdi, ârifti, zarifti. Eskiler, böylelerine “zülcenâheyn” (çiftkanatlı) derlerdi. İlim ve irfana, akıl ve kalbe birlikte malikti. Hayatıyla o, “üretmenin ilahiyatını” yazdı.

Hem hakîki, hem mecâzî anlamda garipti. İngiliz müstemlekesi bir özerk cumhuriyette (Haydarabad) doğdu, sonradan ülkesi Hindistan’ın işgaline maruz kaldı. O bir ömür mülteci olarak yaşadı ve öldü. Ne bir mülkü, ne bir vatanı, ne bir pasaportu oldu. Mülkü kitapları, vatanı dünya, pasaportu iltica tezkeresi idi. Hz. Nebi’nin ağzından: “Ve tûbâ li’l-gurabâ: gariplere müjdeler olsun”.

O asıl gurbeti, kendisini anlamayanlar veya yanlış anlayanlar yüzünden yaşadı. Değil mi ki, asıl gurbet anlaşılmamaktı? O da bazılarınca hiç anlaşılmadı. Hatta o bazıları içinden, ona, isminden mülhem çarpıtma bir isim takarak “baîdullah” diyenler bile çıktı.

Ona manevi gurbet yaşatanların, onu anlamadıklarını kesin ve net olarak söyleyebilirim. Onun, hepsi de “bilgi arkeolojisi” ürünü olan eserlerine, önyargı ve peşin fikirlerle yaklaşanlar, onu anlamama cezasına çarptırıldılar. O, kelimenin hem teorik hem pratik anlamında bir “arkeolog” idi. Yöntemi de, ilim arkeolojisi yöntemiydi. Onu tanıyan herkes, onun ilmiyle âmil bir âlim olduğunda müttefik. İşte tam bu noktada, şu tesbiti yapmak şart: İlimle mamul olunmadan, onunla amil olunmaz. Yanisi şu: Hayatınızı inşada ilmin elinde “mamul” (mef’ul) olursanız, sizi inşa eden ilimle “âmil” (fail) olmanız tabii bir sonuç olur.

Arkeolojik yöntemi benimseyen her âlimin, tek ‘önyargısı’ vardır: “hakikat”. O, sadece bir kâşiftir artık. Bulduğu malzeme üzerinde, mühendislik yapmaz. Ulaştığı bilgiyi nesneleştirmez. Malzemenin “sırrına” ereceğim diye onu bir kuşa çevirmez. Mesela, malzemeyi geleneğe onaylatma ihtiyacını duymaz. “Bilginin arkeolojisi” ifadesinin sahibi Fransız düşünür M. Foucault’nun dediği gibi, “sürekliliğin peşinden koşmaz.” “O ne sosyoloji, ne psikoloji, ne de hilkatin antropolojisidir.” “Nihayet arkeoloji insanlar tarafından arzulanan ve istenen şeyi yeniden kurmaya kalkışmaz.” “Müellifin yerine geçmez”. Yani, eğer doğru anlıyorsam, ne kendini malzeme yerine koyar, ne de malzemenin sahibi yerine. O sadece “keşf” eder.

Aslında “ilim arkeolojisi”, İslam ilim geleneğindeki “keşf” yöntemine, bizden yüzlerce yıl sonra bu yöntemi keşfeden batılıların taktığı bir addır. İslam ilim geleneği, bilgi elde etmeyi sadece bir “ahz” (alma) olarak görmez. Aynı amanda bir “keşf” (üzerini açma) olarak görür. El-Keşf an Menahici’l-Edille, el-Keşşaf, Keşfu’l-Ğumme, Keşfu’z-Zunun, Keşfu’l-Hafa, Keşfu’l-Mahcub, Keşfu’l-Esrar, Keşfu’l-Müşkil gibi burada saymakla baş edemeyeceğimiz “keşf” edebiyatına verilen isimleri hatırlayalım.

Hamidullah hocanın yöntemi buydu. O kitaplarındaki paragrafları numaralardı. Tıpkı bulduğu malzemeyi numaralayan bir arkeolog gibi. Tam bir kütüphane ve arşiv kâşifiydi. Tozlu elyazmalarından bir nicesi, onun akıl almaz mesaisi sonucu gün yüzü gördü. İstanbul, Şam, Kahire, Bağdat, Leiden, Darulbeyda, Tunus kütüphaneleri arasında mekik dokudu. Medeniyetimizin nadide eserlerinden bazılarını ilk o keşfetti. İmam Muhammed’in Siyeru’l-Kebir’inden sonra İslam Devletler Hukuku ve diplomasisi alanındaki uzun sessizliği, el-Vesaiku’s-Siyasiyye ile o bozdu. Onlarca orijinal vesika, ilk defa bu eserle gün yüzü gördü.

Onu, bir belgenin izini sürmek için bir dedektif gibi binlerce km. yol kat ederken görüyoruz. Bazen tam bir arkeolog oluyor, Mekke-Medine’de, bir evin duvarındaki bir kayaya hakkedilmiş, Peygamber asrından kalma yazıyı okumak için didiniyor. O bu yönüyle, el-İklîl sahibi Hemdânî gibi, Eski Mısır yazısını ilk çözen Zünnun Mısri gibi, izi sürdürülememiş Müslüman arkeologların çağdaş bir mümessili sayılabilir.

Asıl söylemek istediğim şey, Hamidullah’ın, İslam Peygamberi adlı muhalled eserindeki bazı sonuçlar karşısında sindirim zorluğu çekenlerin problemidir. Mesela miraç meselesi. İşte onun için kullandığım “arkeolog” nitelemesi, tam da burada işe yarıyor. Miraç meselesinde de, buna zıt gibi görünen resim çektirme konusundaki katı tavrında da, tercih ettiği arkeolojik yöntem belirleyici oldu. Bulduklarına ve bildiklerine tabi oldu. Onları, zamana da, geleneğe de uydurmaya kalkmadı. Olduğu gibi, öylece, pazarlıksız teslim oldu.

Bu yöntemi benimseyenlerin genel tavrı, budur. Allah Rasulü’nün hayatıyla derinden ve uzun süre ilgilenenleri, bu hayat büyüler. Onlara, Allah Rasulü’nü yüceltmek için her tür olağanüstülük ve ilave mucize arayışı, gereksiz, boş bir iş olarak gözükür. İbn Hazm’ın Sire’sinde dediği gibi, “onun hayatı, en büyük mucizesidir”. Yine, Allah’la bilme, tanıma ve anlama düzeyinde çok meşgul olanlar, Allah’ı isbat gayretlerine boş iş, hatta lüzumsuzluk olarak bakarlar. Yine, Kur’an’ın mesajıyla derinden ünsiyet kuranlar, Kur’an’da anlam dışı mucize, şifre, olağanüstülük vb. gibi arayışlara iltifat etmezler. Onlara göre, bu işgüzarlığa gerek yoktur. İşte Hamidullah hocanın, başta miraç olmak üzere, vardığı bazı sonuçları anlayamayanların göremediği budur.

O elde ettiği bilgiye, kendine, İslam’a ve Allah’a sadık kaldı. Ruhu şâd olsun.

 

Yorum Yaz