Bir Özeleştiri Olarak Tevbe

Günah kir, günahkârsa kirlenmiş kişidir; günahı günahkârdan temizlemek yerine günahkârı hayattan temizlemeye kalkmak, günahkâra kir muamelesi yapmaktır.

Her tevbe bir bilinç yenilemedir

Tevbe, bir özeleştiridir.

Tevbe, çıktığı yola geri dönmektir.

Tevbe, iradenin güdülere galip gelmesidir.

Tevbe bir değişim iradesi beyanıdır. Tevbe eden, “Ben değişeceğim” demiş olur.

Tevbe, bilincin bilinçsizliği yenmesidir. Zira tevbe bir bilinç yenilemedir.

Bilinç ile günah birleşemez. Bilinçlinin günahkârlık hali, bu yüzden geçici bir bilinç kaybı olarak değerlendirilmelidir. Peki, bilinçliyse niçin günah işliyor? Güdüler bilinçten daha aktif olduğu için. Bir başka ifadeyle, bilinç pasif kaldığı için. Şu halde yapılması gereken şey bellidir: Güdüleri bilincin değil, bilinci güdülerin öznesi yapmak. Bu da bilinç yenilemekle olur ve bir bilinç yenileme olan tevbe, işte bu yüzden çok önemlidir.

Tevbe ile yenilenen bilinç, günah işlemeden önceki bilinçten daha keskindir. Bu keskinliğin sahibine kazandırdığı şey teyakkuz halidir. Teyakkuz halinde olan insan, tehlikeyi daha çabuk sezer. Duyuları daha hassastır. Kalbin gözü ve kulağı daha keskindir. Yenilenen bilinci sayesinde o kişi, günah işlemeden önceki halinden daha tecrübelidir. O günahı işlemeden önceki acemiliğini atmış, yaptığı tevbe ile günahın olumsuzluğunu sıfırlamıştır. Tevbe etmiş bir günahkâr, yenilediği bilinç sayesinde, günah işlemeden önceki halinden daha üst bir mertebeye çıkmıştır. O mertebe kendini bilme mertebesidir.

Sınanmamış insanın karnesi olmaz. İmtihan geçirmemiş insana not verilmez. Günahların tamamı, imtihan sırasında düşülen çukurlardır. O çukurlardan tevbe ile çıkan insan, hayat adlı bu ömürlük koşuda, düştükten sonra kalkmayı öğrenen insandır. Böyle birinin deneyimi, hiç düşmemiş biriyle asla kıyaslanamaz. Zira hiç düşmemiş birinin düştükten sonra kalkması yüzde elli ihtimaldir. Kalkabilir de, kalkamayabilir de. Ama düşüp kakan biri kalkmayı öğrenmiş biridir. Dahası, düşmemeyi öğrenmiş biridir.

İşte tevbe, bu yüzden bilinç tazelemektir. Bilincini tevbe ile tazeleyen insanların farkını görmek isteyen ilk Kur’an nesline baksın. Yedi göbek Müslüman dedelerin sulbünden gelen insanlarla, müşrik babaların ve annelerin sulbünden gelen sahabe nesli arasındaki bariz farklardan biri de budur. Aynı farkı günümüzde, İslam’ı emek vererek ve yana yakıla arayarak bulmuş mühtedilerle yedi göbek Müslümanlar arasında da görmek mümkündür.

İşte böyle bir bilinç yenileme, sahibini imandan ihsan mertebesine çıkarır. Bu iki mertebe arasında ince bir fark vardır. İman ehli işlediği günah için tevbe eder, ihsan ehli kalbinden geçen kötü duygu için tevbe eder.

Günah işlemek kirlenmektir, tevbe ise temizlenmektir. Günahla kirlenen tevbe ile temizlenmelidir.Günah kir, günahkârsa kirlenmiş kişidir; günahı günahkârdan temizlemek yerine günahkârı hayattan temizlemeye kalkmak, günahkâra kir muamelesi yapmaktır.

Gıybet, kişinin temizlenme ihtimalini yok saymak, dahası yok etmektir. İşte bu yüzden gıybet haramdır. Zira gıyabında konuşulan kişinin kötülük ve günahlarından dönme ihtimali, o yaşadığı sürece bakidir. Fakat gıybet, onu günah işlediği âna mahkûm etmek anlamına gelir.

Tevbe edenler Allah’ın muradına uygun hareket etmiş ve O’nun sevgisini kazanmış olur. Ya tevbe etmeyenler ne olur? Elbette zalimlerin ta kendisi olmuş olur (49:11). Zira günah işlemek kişinin kendine yaptığı bir zulümdür. Fakat günah işlediği halde tevbe etmemek, kişinin kendine yaptığı bin zulümdür. Böyle yapan, hem ilahi affı hem de ilahi sevgiyi yitirmiştir. Dahası Allah’ın muradını ve arzusunu da gerçekleştirmemiştir.

Allah tevbeleri çokça kabul edendir

Tevbe eden kul, tevbesiyle şu mesajı vermiş olur:

  1. Ben kulum, kusurluyum. Kusurumun farkındayım. Hem günah işleyip hem günahsızmış gibi davranmaktan Sana sığınıyorum.
  2. Sen Tevvâb olan Allah’sın. Mükemmel ve kusursuz olan Sensin. Sana yönelen kula rahmetinle yönelirsin. Bunu da biliyorum.
  3. Senin rahmet denizinde ruhumu yıkamak için Sana yöneliyorum. Günahımı İbis gibi savunup Şeytan olmak istemiyorum. Âdem gibi tevbe edip adam olmak istiyorum.

Günah Allah’tan gafil olmak, tevbe Allah’ı hatırlamaktır. Rabbimiz zâtını et-Tevvâb olarak isimlendirmekle, hiçbir kulunu peşinen gözden çıkarmadığını ifade buyurmaktadır.

Tevvâb olan Allah kuluna nasıl yönelir?

  1. Kulun varoluşu Allah’ın Tevvâb isminin tecellisidir: Tüm varlık gibi, insan da Allah’ın var eden yönelişi sayesinde varlık sahibi olmuştur.
  2. Kulun tevbe için Allah’a yönelişi, Tevvâb isminin tecellisidir: Eğer kul günah işledikten sonra Allah’a yönelebiliyorsa, bu O’nun Tevvâb oluşu sayesindedir. Eğer O Tevvâb olmasaydı, kul O’na yönelemezdi. Yönelince hiçbir şey değişmeyecekse, insan neden Allah’a yönelsin ki?
  3. Allah’ın, kendisine yönelen günahkâr kula rahmetiyle yönelmesi, Tevvâb isminin tecellisidir. Tevvâb ismindeki mübalağa, taşıdığı anlama “çok” vurgusu katar. En cömertolan verince, en çokverir.

Gerçek tevbe fiilî tevbedir

Samimi tevbenin olmazsa olmazı fiilî tevbedir. Gerçek tevbe, günahın olumsuz sonuçlarını izale edip ortadan kaldıran tevbedir. Bir insan işlediği günahla başkalarına zarar vermiş, onların malını gasp etmiş, birilerinin hakkını yemişse, bunun tevbesi, zararı mümkün mertebe izale etmekle, gasp ettiğini iade etmekle ve hak sahiplerinin hakkını tazmin etmekle mümkündür. Bunu yapmadan “tövbe estağfirullah” demek, ancak o günahın Allah hakkına giren boyutu için tevbe sayılır. Kul hakkına giren boyutu için asla tevbe sayılmaz.

Fiilî tevbenin Kur’ani örneği Yunus nebinin ve Tevbe Sûresi’ne de adını veren kahramanların hikâyesidir. Biz burada Osmanlı’da yaşanmış bir örneği zikredelim.

Molla Güranî, Osmanlı’nın büyük âlimlerinden biriydi. Molla Fenarî’nin ölümü üzerine onun makamına geçti. Mısır’dan ısrarlar sonucu Edirne’ye gelmeye ikna edilmiş ve II. Murad’ın şehzadesi Mehmed’e (Fatih) hocalık yapmıştı. Sultan II. Murad’ın vefatı üzerine kendisine vezirlik teklif edildi. O kabul etmedi. Kazasker oldu. Doğru bildiğini her yerde söylediği için azledildi ve Bursa vakıflar nezaretine atandı. Fatih’ten gelen bir isteği şeriata aykırı diye reddetti ve getiren çavuşu da dövdü. Bunun üzerine Fatih onu vakıflarla ilgili görevinden aldı. O da gönül koyarak Mısır’a gitti. Fatih mektup yazdı ve özür diledi, dönmesini rica etti. Kendisine kalmasını ısrar eden çevresine “Benim ile Fatih arasındaki râbıta baba ile oğul arasındaki rabıta gibidir, bu kâbil-i inkıta değildir” diyerek döndü. Önce Bursa kadılığı sonra Şeyhülislamlık makamına getirildi. Vezirleri Mahmud, Davud diye çağırırdı. Fatih’in huzuruna girdiğinde padişah ayağa kalkar ve ellerini öperdi.

Molla Güranî hastalandı. Yanına gelen Davud Paşa’ya “Öldüğümde cenazemi Mehmet kıldırsın, borçlarımı da ödesin” diye vasiyet etti. Bir vasiyeti daha vardı: “Benim naaşımı sürükleyerek kabre indirsinler.” Bu vasiyeti öldüğünde tevil edildi. Bir hasır üzerine konulup onun üzerinde sürüklenerek kabre götürüldü.

Bu, büyük âlimin fiilî tevbesiydi. Etrafındaki anlı şanlı devlet ricalinin saltanat içinde yaşadığı yetmiyormuş gibi, ölümlerinde de aynı saltanatı sürdürmeleri ve yaptırdıkları şaşaalı kabirlerle geride kalanlara “Dünyanın saltanatını biz sürdük, bakın ahiretin saltanatını da biz sürüyoruz” mesajı vermeleri zoruna gitmişti. Allah’ın huzuruna kulca bir mahviyet içinde nasıl yürüneceğinin örneğini, bilfiil göstererek sergilemiştii. Ruhu şâd olsun.

Tevbe ile “günah çıkarma” arasındaki fark

Tevbe ile günah çıkarma çok farklı iki davranıştır. Bu ikisi arasında derece değil mahiyet farkı vardır.

Günah çıkarma, bir itiraftan ibarettir. İtiraf dışa dönüktür, tevbe içe dönük. İtiraf sözlü bir bildirimdir; bin bir türlü hesabın eseri olabilir. Tevbe ise kalbin istikamet açısını doğrultmasıdır.

İtiraf genellikle ya zorlayıcı bir tehdide, ya da yağlı bir teşvike dayanır. Ama her neye dayanırsa dayansın, itiraf itirafçının nesneleşme sürecinin bir sonucudur. Bu süreç itirafçının kimlik ve/veya kişilik kaybının doğal sonucudur.

Bu nedenle itirafla “itibar” çok zor bir arada bulunurlar. İtiraf ettiren tarafın gözünde itirafçının hiçbir değeri olmaz. İtirafçı mevcut kimliğini reddeder, fakat itirafı ona bir başka kimlik kazandırmaya yetmez. Daha ‘ileri’ adım atması, genellikle karşı taraf için meccani tetikçilik yapması beklenir. Çünkü itiraf ettirenle eden arasındaki mekanizma genellikle böyle işler. Bu nedenle tarih boyunca itiraf yoluyla kendisine günah çıkarılan papazlardan birçoğu, devletlerin gizli muhbir kadrosunda istihdam edilmişlerdir.

Tevbe öyle midir ya?

Tevbe bir tehdit ya da teşvike dayanmak durumunda değildir. Çünkü gerçek tevbenin yegâne teşvikçisi vicdandır. Sahibini yerinde durmaz eden, onu yanlıştan vazgeçirmeye çalışan, kötüden rahatsız olduğunu sahibine sızlayarak, inleyerek, ünleyerek bildiren vicdan.

Bu nedenle tevbe ilk hareketini içerden alır. Onun için de itirafçıda olduğu gibi tevbe edende bir nesneleşme süreci yaşanmaz. Aksine layıkıyla yapılmış her tevbe, vicdanın sesini dinlemek anlamına gelir. Her tevbe bir bilinç tazeleme olduğu için, aynı zamanda bir “özneleşme” sürecidir. Yani, kendine dönme, kendini bilme, kendini bulma sürecidir.

Tevbekâr ile itirafçı arasındaki fark özne-nesne farkıdır. Bu fark aslında tevbenin muhatabı Allah ile itirafın muhatabı olan odak arasındaki farktan kaynaklanır. Allah’ın tevbeden hiçbir çıkarı yoktur, itiraf ettirenin ise itiraftan çıkarı çoktur. Hele bu itiraf “ideolojik bir günah çıkarma seansına”dönüşmüşse… İtirafçıyı söyletenler kendilerini hayli tahrik eden itiraflarla karşılaşmışlarsa… Dahası, böylesine çalmadan oynayan itirafçı kırk küpte bir çıkar cinsindense… Bu takdirde itiraf istismar için bulunmaz bir fırsata dönüşür. Özetle, tevbe edilen makam iradeyi ödüllendirir, itiraf edilen makam ise iradesizliği.

Pavlus Hıristiyanlığına göre, Hz. İsa’ya inanmak insanın günahlarının bağışlanmasının garantisidir. Fakat İslam’da Peygamber’e iman, imanın sadece bir unsurudur. Bu, kişiye günahlarını bağışlama garantisi vermez. Kilise, “günah bağışlama” tekelini elinde tutan kurumdur. İnsan günahı Tanrı’ya karşı işler, fakat Kilise kendini Tanrı’nın yerine koyarak günah bağışlamaya kalkar. Kilise zaman içinde bu işlemi bir ticarete dönüştürmüş, para karşılığı satılan “günah bağışlama belgesi” (endüljans) ihdas edecek kadar işi ileri götürmüş ve olayı kurumsallaştırmıştır.

İslam’da günahkârın doğrudan Allah’a yaptığı tevbe ve istiğfar vardır. Fakat Hıristiyanlıktaki anlamıyla bir “günah çıkarma” asla yoktur. Zira bu işlemi yapan bir ruhban sınıfı ve kilise kurumu yoktur. Bunun için herhangi bir insana günahı itiraf gibi bir durum da söz konusu değildir. Zira İslam’da Allah ile insan arasında hiçbir aracı kurum ve kişi yoktur. Ne kilise, ne ruhban sınıfı, ne din adamı, Rabbi ile kulu arasına girip Tanrı adına affetme yetkisi kullanamaz.

Tasavvufun içine sızmış olan “tevbe alma” uygulaması bir Hıristiyanlık serpintisidir. Hıristiyanlardaki ruhban sınıfının bir benzeri, mistisizm yoluyla Müslüman kültürüne taşınmıştır. Kaçınılmaz olarak bu ilk adımın ardından ikinci bir adım daha geliyor: Kilise’ye ait “günah çıkarma” uygulamasının “tevbe alma” adı altında Müslüman kültürüne taşınması… Nitekim böyle olmuştur.

Musevi İslam’daki tevbenin Kur’an’dakinden farklı olmadığından eminiz. Zira İslam tektir ve esasları tüm şeriatlarda aynıdır. Fakat Yahudileşen İsrailoğulları günah işleyenin tevbesinin ancak “ölüm” ile olacağı kuralını getirdiler. Eğer günah bireysel ise, kural gereği kişi kendini öldürerek bu günahtan kurtuluyor, eğer topluca işlenmişse, günahkâr toplum birbirini öldürüyordu. Bakara 54’ten anlıyoruz ki, “nefislerinizi öldürün” talimatını, tevbe istiğfar yerine “kendinizi öldürünüz/birbirinizi öldürünüz” şeklinde anlamışlardı. Oysa “öldürmeyeceksin” emri Hz. Musa’ya Tur-i Sina’da verilmiş 10 emirden biriydi.

İlahi kelâm tevbeleri kabul eden Tevvâb’ın yalnızca Allah olduğunu söyler. Bu, tevbede her türlü aracılığın reddi anlamına gelir. Allah ile kul arasında tevbe için aracılık görevi Nebi’ye bile verilmemiştir. Bu böyleyken, Hıristiyanlıktaki “günah çıkarma” seremonisini “tövbe alma” adı altında Müslüman kültürüne taşımak, Pavlus’un Hz. İsa’nın mesajına yaptığını Hz. Muhammed’in mesajına yaparak “İslam’ın Pavlus’u” olmak demektir.

Tevbe ve istiğfar nasıl yapılır?

Tevbe, “geri dönmek” demektir ve insanın yörüngeden çıkan iç dünyasının Allah’ın oturttuğu yörüngeye yeniden yerleştirilmesini ifade eder.

İstiğfar, “Allah’tan af dileyip o günahı hiç işlememiş saymasını isteme” demektir.

Tevbeve istiğfar iki aşamalı bir Allah’a yöneliş eylemidir. Tevbe, günahtan vazgeçip hakikate dönüş aşamasını; istiğfar, günahın cezasından vazgeçmesi için Allah’a yalvarma aşamasını temsil eder.

Kur’an’ın günah konusundaki öğretisi özetle şudur: Hiçbir günah Allah’ın affından büyük değildir. Hiç kimse, O’nun affından büyük günah işlediği duygusuna kapılmamalıdır. Günahtan çok daha büyük günah olan iki şey vardır:

  1. Günahına karşı kayıtsızlık ve aldırmazlık.
  2. Günahının affı hususunda umutsuzluk.

Günahına kayıtsızlık ve aldırmazlık, tüm günahların en kötüsüdür. Günahının affı hususunda umutsuzluk ise, Allah’tan umut kesmektir. Hz. Peygamber’in tesbitine göre; Allah’ın insana olan şefkati, bir annenin bebeğine olan şefkatiyle kıyaslanmayacak kadar fazladır. İlahi şefkati şu âyet çok iyi resmeder:

Ey hadlerini aşıp kendilerini israf eden kullarım! Allah’ın rahmetinden asla umut kesmeyiniz! Allah bütün günahları affedebilir: Çünkü O, evet O’dur sınırsız bağışlayıcı olan, merhamet kaynağı olan!” (39:53).

Tevbe ve istiğfarın şartı samimiyet ve içtenliktir. Bir daha o günaha dönmeme azmi ve niyeti, günahın affında en önemli unsurdur.

Hz. Peygamber kimsenin günahını bağışlayamaz, fakat başkalarının günahının bağışlanması için Allah’a dua edebilir (3:159). Buna rağmen dua ettiği kişi bağışlanmayı hak etmiyorsa, onun bağış talebi bir şeyi değiştirmez. Hattâ bağışlama talebinden dolayı Rabbinden azar işittiği bile olur (9:84).

Her insan günahlarını yalnızca Allah’a itiraf etmeli ve Allah’tan affedilmeyi dilemelidir. Zira insanların ayıp ve günahlarını istismar etmeyen tek merci Allah’tır. Allah dışında herkes, insanların ayıp ve günahlarını onlara karşı kullanabilir, istismar edebilir.

Tevbe davetine icabet edenlere Allah’ın af müjdesi vardır

İlk Kur’an nesline yönelik “Allah’a tevbe ediniz!” veya “İşlediğiniz hata ve günahtan pişman olup Allah’ın yoluna geri dönünüz” (tûbû ilallah) emirleri Kur’an’da birden fazla yerde gelir. Bunların her birinin münasebeti farklıdır. Mesela bu çağrılardan biri “tesettür âyeti” olarak bilinen Nûr 31’in sonunda gelir. Bir başkası Hz. Peygamber’i üzen eşlerine hitap eden bir pasaj içinde, Tahrim 8’de gelir.

Bu örnekler, ilk Kur’an neslinin insani ilişkilerini terbiye etmeyi amaçlamaktadır. Onlara yönelik “Allah’a tevbe ediniz!” emri, “Bu konuda gittiğiniz yol yol değil, tez oradan dönün!” anlamına gelmektedir. Bunların yanına konulacak âyetlerden biri de Tevvâb ismiyle biten Hucurât 12’dir. Zira bu, mü’minlere ahlaki öğütler veren ve onlara gıybet, dedikodu, ayıp arama, aşağılama, itibarsızlaştırma gibi ahlaki düşüklükleri yasaklayan bir âyettir.

Tevbeye davet işin bir boyutudur. Bir de, bu davete icabet edenlere verilen müjdeler var. O müjdelerin başında tevbe edenlerin affedileceğine dair müjde geliyor:

Bu zulmü işledikten sonra kim tevbe eder ve kendini düzeltirse, hiç kuşkusuz Allah da onun tevbesini kabul eder; zira Allah çok bağışlayıcıdır, sonsuz rahmet kaynağıdır.” (Maide 5:39).

Allah’ın tevbesini kabul edeceklerinin başında, bir cahillik yapıp yanlışa sapanlar gelir. Kur’an tam da “cahillikle” (bi-cehâletin) ibaresini kullanarak, bir cahillik yapan günahkârların tevbesinin kabul edileceği müjdesini verir (6:54; 4:17).

Burada, “Tevbesi kabul edilmek ne demektir?” diye sorulabilir.

İlahi vahiy bunun cevabını da verir. O cevaba geçmeden vurgulanması gereken husus, bizzat tevbenin kendisinin bir ödül olduğu gerçeğidir. Zira tevbe, bir değişim iradesi beyanıdır. Tevbe eden, “Ben değişeceğim!” demiş olur. Değişmenin ilk şartı, değişeceğine dair irade ortaya koymaktır. Nasıl ki ferdin değişimi toplumsal değişimin şartı ise (11:11), değişim iradesi de şahsi değişimin şartıdır. İşte bu şartı yerine getirip de kendini değiştirme iradesi sergileyene, Rabbimiz şu muazzam müjdeyi vermektedir:

Ancak kim tevbe eder, (yürekten) inanır ve sorumlu davranırsa, Allah işte böylelerinin kötü gidişatını iyi gidişata tebdil edecektir: Hem zaten Allah merhameti sınırsız bir bağışlayıcıdır. Kaldı ki her kim tevbe eder ve sorumlu davranırsa, işte sadece böyleleri Allah’a gereği gibi yönelmiş sayılacaktır.” (Furkan 25:70-71)..

Kulun Allah’a tevbesi yanlıştan vazgeçip doğruya yönelmesidir, Allah’ın kula tevbesi ise kuluna rahmet ve şefkatiyle yönelmesidir. Allah bir kuluna yöneldiği zaman, esmasının özel tecellilerine onu mazhar kılar. Tıpkı karanlıkta önünü göremeyen birinin önüne ışık tutulunca yolunu görür hale gelmesi gibi, o da önünü görmeye ve sırat-ı müstakimde yol almaya başlar. O yol onu cennete götürür. Tevbe edenlere cenneti müjdeleyen âyetin söylemek istediği hakikat de budur:

Ancak tevbe edenler, doğru ve erdemli davranış sergileyenler müstesna. İşte bunlar cennete girecekler ve en ufak bir haksızlığa uğratılmayacaklar. (Meryem 19:60).

Âdem’i adam eden tevbesiydi

Bakara Sûresi’nin 30 ilâ 39. âyetleri arasında Âdem-İblis kıssası anlatılır. Kıssanın taraflarından Âdem günahını itiraf edip adam olmanın sembolü, İblis ise günahını savunup şeytan olmanın sembolüdür. Kıssada Âdem ve şeytan üzerinden, hatayı bilmek ve hatayı savunmak ele alınır. Verilen mesaj açıktır: Allah âdemoğlundan hatasızlık beklememektedir. Zira Âdem’in geçici cennetinde bile imtihan ağacı varsa, cennet olmayan dünya hayatı imtihan ağaçlarıyla dolu bir ormandır. Âdem âdemoğlunu, yasak ağaç Allah’ın insan için çizdiği sınırları, şeytan ise ayartıcı güdüleri temsil etmektedir. Kıssanın verdiği müjde, tevbe kapısının her daim açık olmasıdır. Allah insandan hatasızlık ve günahsızlık beklememektedir. Allah’ın insandan beklediği şey, hatasını itiraf edip affına yönelmesidir.

Âdem’i adam eden tevbesidir, İblis’i şeytan eden tevbe etmemesidir (2:37). Âdem işlediği günahın sorumluluğunu üstlendiği için affa nail olmuş ve yeryüzünün halifesi seçilmiştir: “(Âdem) ben nefsime zulmettim” dedi (7:23).

Kur’an’a göre şeytan tercihinin sorumluluğunu üstlenmeyip Allah’a yıktığı için şeytan olmuştur. İşte şeytanın kendi sorumluluğunu üstlenmeyip Allah’ı suçladığını beyan eden âyetler:

Rabbim, dedi; sen beni saptırdın, bunun için ben de yeryüzünde (kullarına günahları) süslü püslü göstereceğim ve kesinlikle onların tümünü yoldan çıkaracağım.” (15:39).

Madem beni yoldan saptırdın; onları saptırmak için senin dosdoğru yoluna oturacağım.” (7:16).

Pavlus Hıristiyanlığı, Âdem’in işlediği günahtan insanoğlunun tümünü sorumlu tuttu. Birinin günahından onu işlemeyenleri sorumlu tutan Hıristiyanlık, aynı mantığı ilk günaha keffaret meselesinde de yürüttü. Bu anlayışa göre İsa, insanlığın günahına keffaret olarak çarmıhta can vermişti. Teslisçi Hıristiyanlık, “ilk günah” anlayışında yaptığı yanlışı, “keffaret” anlayışında da ortaya koymuştu. Babanın günahından evladı sorumlu tutmak neyse, evladın acısını babanın günahına keffaret saymak da aynı şeydi.

Kur’an’a göre babanın günahından evladı sorumlu tutulamaz. Kur’an sorumluluğun şahsiliğini açık ve net biçimde ifade eder: “Hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez.” (35:18). İnsan, günahkâr olarak dünyaya gelmez. Kur’an Hz. İbrahim gibi büyük bir peygamberin babasının put yapımcısı bir putperest (6:74), Hz. Nuh’un oğlunun inkârda inat eden bir kâfir olduğundan söz eder (11:42-47). Bu tarihî örneklerin sevkedilmesinin amaçlarından biri de,  sorumluluğun şahsiliği ilkesidir.

Toplumsal tevbe şarttır

Tevbe ahlaki bir sorumluluktur. Ahlak ise bireyle sınırlı değildir. Toplumsal davranışların da ahlaki olanı ve olmayanı vardır. Şu halde, bireysel tevbeden söz ettiğimiz gibi, toplumsal tevbeden de söz edebiliriz.

Bireysel özeleştiri ferdîbir tevbe olduğu gibi, ictimaîözeleştiri de toplumsal bir tevbedir. Ümmet-i Muhammed, bir özeleştiri olan tevbeyi ibadet bilen bir ümmettir. Zira eleştiri, Asr Sûresi’nde dile gelen “hakkı tavsiye” emri kapsamına girer. Tevbeyi ibadet bilen bir ümmetin, eleştiriyi de ibadet bilmesi gerekirdi. Bu yolla, diğer milletlere ve ümmetlere örnek olacak bir eleştiri geleneğine sahip olması beklenirdi. Heyhat ki bu gerçekleşmemiştir. Eleştiri konusunda, sonradan gelen her nesil, önceki nesli aratmıştır.

İlk Kur’an nesli verimli bir eleştiri geleneği başlatmıştı. Tertil fıkhına sahip müçtehit sahabilerin her biri bir okuldu. Hadis olarak nakledilen, “Sahabe birbiriyle karşılaştığında birbirine Asr Sûresi’ni okurdu” demek, “Sahabe birbiriyle karşılaştığında bunu bir tevbeye dönüştürür, bireysel ve toplumsal özeleştiri yapardı” demektir. Bu sayede İslam cemaati, kendini her an yenileyen canlı ve aktif bir toplum hüviyetini kazanırdı.

Müslümanlar, kendi ürettikleri kültürü eleştirerek yenilemek yerine, kendi ürettikleri kültürü tabulaştırdılar. Kelâmcıların ürettiği kelâm tabulaşınca “akaid”e dönüştü. Fıkıhçıların ürettiği fıkıh tabulaşınca “din” oldu. Hadisçilerin ürettiği hadis tabulaşınca “nas” kabul edildi. Oysa, bu ilimleri vahiy doğurmuştu. Hepsinin kaynağında Kur’an vardı. Bu ilimleri vahye arzetmek yerine, vahiy bu ilimlere arzedilir hale geldi. İşte o zaman asıl ile usul, usul ile füru yer değiştirdi.

Bu ümmet tevbe etmedikçe ergenlikten kurtulamayacak

Müslümanlar, nadir istisnalar hariç, ısrarla iç eleştiri yapmamakta direnirler. Müslümanların hep mazeretleri vardır. Bünyeden kaynaklanan her köklü problemde hep dışarıyı işaret ederler. Suçlu ötekidir. Öteki her seferinde değişebilir. Haçlı Sürüleri, Vahşi Moğollar, Sömürgeci Batılılar… Aydınları ve âlimleri, kendilerinden bekleneni yapamadıklarında suçlayacakları komşu bilgi blokları da hazır: İsrailiyyat, Mesîhiyyat, Yunan Felsefesi, Pers siyaset tarzı… Hattâ bu ‘ben yapmadım o yaptı’ tarzı öylesine sindirilmiştir ki, bu uğurda muhayyel ve efsanevi düşmanlar icat edilmiştir.

Müslümanların iç eleştiriden anladığı, kendi mezheplerinden ve meşreplerinden olmayana yönelttikleri saldırgan, dışlayıcı, ötekileştirici, yer yer tekfirci tavırdır. Bu da yukarıdakiler gibi bir kaçıştır. Üstelik bu kaçış kendinden, kendi iç gerçeğinden kaçıştır. Ağzına kadar çelişki ve tutarsızlıklarla doludur.

Sonuç bellidir: Kendini savun, ötekini suçla. Tıpkı huysuz ve mızmız bir çocuk gibi… Bu savunmacılık ve suçlamacılık yer yer, Kur’an’ın muhatabına kazandırmak için adeta çırpındığı ‘furkan’ niteliğini yok eden bir virüse dönüşür. Bu ‘her şey dâhil’ bir savunmacılıktır. Kendini hasta eden şeyler de dâhildir bu savunmaya. Suçlama üzerine kurulu olan bu savunmacılık hep toptancı, süpürücü, dışlayıcı ve ötekileştiricidir.

Taktik bellidir: Başkalarını suçla, fakat sakın kendini değiştirme. Aynı şeyleri yap, farklı sonuç bekle. O sonucu elde edemeyince ‘kader’ de, ‘yazgı’ de, ‘zaman’ de, ‘talih’ de, ‘şans’ de, ‘uğur’ de, ne dersen de. Fakat sakın ‘estağfirullah’ deme!

Bu, Müslümanları ‘kapalı havza toplumu’ haline getirip Yahudileştiren travmatik bir durumdur. Kapalı toplumlar bir türlü büyüyüp gelişemezler. Kendi kendileriyle yetinirler. Kendilerini kutsar, başkalarını suçlar ve yok sayarlar. Kapalı dünyalar, çatışmadan beslenir. Zira çatışma içe kapanmayı hem mecbur hem de mazur kılar. Bu, birbirini besleyen bir kısır döngüdür. Çatıştıkça kapanır, kapandıkça çatışırlar.

Ümmet-i Muhammed’e bir toplumsal tevbe şart görünüyor. Bu tevbeyi yapmak yerine bin bir dereden su getirmenin, günahını savunan insandan ne farkı var? Günahını savunan insana verilecek en büyük ceza, günahıyla birlikte yaşamasıdır. Eğer ümmet de hatasını savunursa, ona da hatasıyla birlikte yaşama cezası verilir. Daha beteri, hatasını savap, günahını sevap gibi görmeye başlar. Bunu böyle gören, savabı hata, sevabı da günah olarak görür ve ona savaş açar.

Hz. Yunus kıssası, baştan sona bir özeleştiri kıssasıdır.Aynı zamanda, tevbe ve özeleştirinin bir yeniden başlama olduğunu öğreten bir kıssadır. Bu ümmet yeniden başlamak için Hz. Yunus gibi tevbe etmelidir. Tevbenin ilk şartı imanı yenilemektir. Onun için Yunus nebi tevbesine “La ilâhe illa ente: Senden başka ilah yok” diye tevhid ile başlamıştır. Bu demek oluyor ki, günah tevhidden kopuş, tevbe tevhide bağlanıştır. İkinci şartı ise, görevini yapmadığını, görevini yapmamanın kişinin kendi kendisine yaptığı zulüm olduğunu itiraf etmektir. Hz. Yunus’un yaptığı budur. Yunus, sorumluluğu inkârcı kavme atmamıştır. Faturayı onlara kesmemiştir. Onları suçlamamıştır. Bu ümmet de bunu yapmalıdır. Başkalarını suçlamak tevbe etmekten kaçmaktır. Ümmet tarihte de aynısını yapmıştır. Başı sıkışmış felsefeyi suçlamış, İran’ı suçlamış, Haçlıları suçlamış, Moğolları suçlamış, Batılıları suçlamıştır. Fakat bir türlü Hz. Yunus’un yolunu izleyerek “innî kuntu mine’z-zâlimîn: ben zalimlerden oldum” diyememiştir. Asıl felaket budur. Böyle bir özeleştiri, Kur’an’ın Hz. Yunus’un tevbesi üzerinden öğrettiği gibi tevhidden başlamalıdır. Tevhidden, yani hakikatten… Haklar sıralamasında ilk sıra hakikatin hakkıdır. Bu ümmet hakikate karşı yaptığı zulümden tevbe etmedikçe, asla yeniden başlama gücünü kendinde bulamayacaktır.

İlahi vahiy İsrailoğulları üzerinden bu ümmeti toplumsal tevbeye davet eder. Olayın olduğu zamanın üzerinden yaklaşık 1900 yıl sonra nazil olan Bakara 54’ün muhatabı, elbette Ümmet-i Musa değil Ümmet-i Muhammed idi.

Kur’an’da Yahudileri eleştiren âyetlerle karşılaşan bir Müslümana düşen, “Vay Allah’ın gazabına uğrayasıcalar, nasıl da nankörlük yapmışlar” diye ciğer soğutmak değildir. Ya nedir? “Bu ümmetin buzağısı ne?” veya “Bizim buzağımız ne?” diye sormaktır.

İlahi vahiy helâk olan kavimlerin helâk oluş kıssalarını aktarır. Bunu yaparken bu kavimlerin tevbe etmediklerine, yani özeleştiri yapıp istikametlerini düzeltmediklerine vurgu yapar.

Burada şu soru akla gelir: Âd kavmi, Semud kavmi, Lut kavmi gibi helâke uğrayan kavimler eğer tevbe etselerdi, uğradıkları feci âkıbetten kurtulabilirler miydi?

Kur’an bu soruya, “kesinlikle evet” cevabını verir ve açıkça der ki: Helâk olan kavimler eğer tevbe etselerdi asla helâk olmazlardı (11:52, 61, 90).

Şu halde tevbe “tövbe estağfirullah” demek değildir. Hakiki tevbe, kötülükten vazgeçmek, günahtan rücu etmek, halini düzeltmek, yanlıştan dolayı pişman olup doğruya yönelmektir. Diliyle tevbe etse bile, halini değiştirmeyenler tevbe etmemiş sayılırlar. Öyleleri vardır ki, dünkü haline pişman olur gibi yapar, fakat bu günkü hali dünkünden daha beterdir!

Ya Rabb, bizleri içtenlikle tevbe etmeye muvaffak eyle…

Ya Rabb, bizleri tevbesinde sabitkadem duranlardan eyle…

Ya Rabb, bizleri istiğfara müstehak olanlardan eyle…

 

2 Yorum

  • Teşekkürler Mustafa bey, sizi yakından takip etmeye başladım. Yıllardır kafamı kurcalayan şeylere cevap bulmaya başladım.

Yorum Yaz