Bir parça tarih, hafızaya iyi gelir

Çevik Bir, dönemin Genelkurmay Başkanı’nın yakasına yapıştı mı, yapışmadı mı?

Dönemin İçişleri Bakanı’nı yağlı kazığa oturtmakla tehdit eden aynı general miydi, yoksa bir başka meslektaşı mı? Ya andıç? Bir mahkumun ifadesi arasına sevmediği isimleri sokuşturarak onların hayatıyla oynayan general kimdi? Vs. vs.

Bütün bunların, disiplinin her şeyin üzerinde tutulduğu bir kurumun en iyi eğitim görmüş mensuplarından sudur edeceğine birçoğumuzun inanası gelmiyor, değil mi?

İnanmak istemesek de, durum ortada. Bence “dedi-demedi”, “yaptı-yapmadı” polemiğinden kim üstün çıkarsa çıksın, ortada vahim bir durum var. Bu duruma yol açan nedenler acilen tespit edilip, hastalık tedavi yoluna gidilmelidir.

Olan biten bunlarla sınırlı değil elbet. 28 Şubat sürecinde bundan çok daha yüz kızartıcı şeyler de oldu. Mesela bir subayın yabancı bir ülke yöneticisi için verdiği “pezevenk”li demeç, ülkesinin Başbakanı’nı tahkir edici konuşma ve daha neler neler…

Biz asıl “Neden böyle oldu?” sorusuyla ilgilenelim.

Evet, neden böyle oldu?

Nedeni açık: Ordu siyasallaştı. Asli görevi olan yurt savunmasından uzaklaşıp ülke yönetmeye kalktı. Sırtındaki üniformayı çıkarmadan siyaset yapmaya kalkan TSK mensupları, hem kendi itibarlarını hem de bağlı bulundukları kurumun itibarını yaraladılar.

Anlaşılan, tarihten ibret alınmıyordu. Belki de bilinmiyordu. Olanca “iyi eğitim” iddialarına rağmen böyleydi bu. Eğer öyle olmasaydı, bir general çıkıp da tıpkı Trablusgarp, tıpkı Filistin, tıpkı Rumeli topraklarımızı savunduğumuz gibi, bizim olan Yemen’i savunmakla ABD’ye asker yazılmayı birbirine karıştırır mıydı?

Neyse, biz mevzumuza dönelim ve tarihin ibret sayfalarından birini açalım.

Bu sayfa çok eski değil. Üzerinden bir asır bile geçmedi. 31 Mart olayları arifesinde (yanlış hesaplamadımsa miladi tarihle 25 Nisan 1909’da) ordunun nasıl siyasallaştığıyla ilgili tarihi bir belgeyi alacağım aşağıya. Bu bir telgraf. 18. Tümen’in (Fırka) subayları tarafından o dönemin başbakanı mesabesinde olan sadrazam paşaya çekiliyor.

Biraz yüzümüzün kızarması pahasına da olsa, okuyalım:

“Sadrazamlık makamındaki alçağa!

Size 2 Nisan 1325 tarihli telgrafımızla 24 saat mühlet verilmişti. Henüz rezil varlığınızla pislettiğiniz makamlardan çekildiğinize dair bir işaret vuku bulmadı. Bu suretle istihkakınızı kendiniz onaylamış oldunuz. İhtimal ki orada bulunan bir takım kerhaneci evlatları ilk telgrafımızı vermediler. Onları alınız, okuyunuz. Ta ki vebal bizde kalmasın. Okumadığınız takdirde Allah’ın laneti ananızın donu başınıza geçsin. Okumayanlar, telgrafları vermeyenlerin tümü kerhanede yetişmiş en büyük deyyusturlar. Telgrafları vermeyen alçaklar er geç kendilerini yok bilsinler. Lanetli hükümetinizin İstanbul surları dışında geçmediğini elbette kendiniz de anladınız. Sizi açlıktan öldürmek de elimizde, ateş, kurşun ve bıçakla cezanızı infaz etmek de elimizdedir ey namussuzlar!

14 Nisan 1325

  1. Fırka (Tümen) kahramanları”

31 Mart konusundaki en dokümanter eserin sahibi olan İsmail Hami Danişmend aslıyla birlikte yayınlamış bu terbiyeli (!) telgrafı. (31 Mart Vakası, s. 53). Buna benzer daha başkaları da var.

Bu disiplinsizlik, imparatorluğun hayatına mal olacaktır. Abarttığımı sanıyorsanız Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşanın akıbetini hatırlayabilirsiniz. Abdülhamid’e karşı yapılan askeri darbenin başkahramanı olan paşa, astları tarafından yeterince radikal bulunmamıştı. Boğazına kadar siyasete batan subaylar, sadrazamlığa getirdikleri paşayı bir suikastle temizleyeceklerdir (11 Haziran 1913).

Mahmut Şevket Paşa, kendisini sadrazamlığa kadar çıkaran sürecin mimarları olan İttihat ve Terakkici subayların akıl mantık almaz işlerini görünce, onlar için “mecnun adamlar” tabirini kullanacaktır.

“Genç Subaylar Rahatsız” manşetleri atacak kadar gözü dönmüş şu malum medya var ya, işte onların yüreği, ancak yukarıdaki türden mesajlar yazdırabildiklerinde soğur. Aynı güruh, aynı marazi ruh halini Menderes ve arkadaşlarının idamında da sergilememişler miydi? Menderes ve arkadaşlarının darağacında can verdiğini görmeden rahat uyku uyuyamayan bu zümre, kötü alışkanlığından kolay kolay vaz geçer mi sanıyorsunuz.

Fakat o zümreye rağmen bu ülkede taşlar yerine oturacak. Atatürk, laiklik, devlet, vatan vs. gibi “sembolik kapitalleri” servete, üne, makama, rütbeye tahvil ederek vurgun vurma döneminin sonu gelmiştir.

Bu sembolik kapitalleri istismar için yapılacak her tür pazarlama yöntemi iflas etmiştir. Bu sembolik kapitalleri bahane edip, milletin sırtında sopa kırma dönemi de bitmiştir. Güvenlik gerekçesiyle haddini aşan her kişi ve kurum, bizzat bu ülkenin en büyük güvenlik problemi haline gelmiştir.

Ee, boşuna dememişler “ma câveze haddehu, inkalebe dıddahu” diye. Şu demek: Haddini aşan, zıddına döner.

 

Yorum Yaz