Bir soru, ahlakın kökeni, din ve iman…

Geçen haftaki yazıma konuk ettiğim Kürşat Bumin’in 4 Eylül tarihli sütununda “biraz açmamı” istediği şey şuydu:

Dinden imandan bağımsız bir ahlak sistemi neden mümkün değildir?

Mümkün olmamasının en açık delili, böyle bir “ahlak sisteminin” mevcut olmadığıdır. Peki, bununla biz din u imanla ilişiği olmayanların ahlaki davranış ortaya koyamayacaklarını mı kast ettik? Hiç olur mu öyle şey? Bu da tıpkı, yeryüzünde dinden imandan bağımsız bir “ahlak sistemi”nin mevcut olmadığı gerçeğini görmemek kadar abes olur. Etrafımızda dinle imanla ilişkisi olmayan nice insanlar vardır ki onlardan bir nice güzel ve ahlaklı davranışlar sâdır olmaktadır. Bunu nasıl inkar eder, görmezden geliriz?

Peki, o halde bunu nasıl açıklayacağız?

Ona gelmeden, ahlakın metafizik kökeni üzerinde birkaç kelam etmek boynumuza vacip oldu; çünkü geçen yazımızdan verilmiş bir sözümüz var.

“Bir davranışın ahlakilik kriteri, o davranışın kendisi olamaz” demiştik. Hemen misal verelim: Varlıklı biri, kimsesiz bir kız çocuğunun bakımını üstlendiğinde, siz bunu ahlaki bir davranış olarak nitelersiniz. Fakat özünde bu davranış ahlaksız bir davranış da olabilir; eğer o kimse çirkin emellerine alet etmek niyetiyle bu işi yapmışsa. Bu durumda, kimsesiz bir çocuğun bakımını üstlenmek gibi bir “ortak iyi”, özünde en çirkin bir ahlaksızlık olup çıkacaktır.

Bir başka örnek: Bir adam yolda giderken ağlayan bir çocuğun başını okşasa, bu o çocuk tarafından sevgi ve şefkat olarak algılanabilir. Bunlar en yüce erdemlerdir. Fakat o ahlaksız adamın gayesi elindeki pisliği çocuğun başına silmekse, davranışın kendisinin “ortak iyi” düzleminde algılanması, bu davranışın özünde ahlaksız bir davranış olduğu gerçeğini değiştirmez.

Ekstrem örnekler vermem konunun daha iyi anlaşılması için. Siz, buna kara parayla okul, cami yaptırarak bir taşla bir kaç kuş vuran birini de örnek verebilirsiniz. Okul yaptırmanın “ortak iyi” olması, bu davranışı ahlaklı bir davranış kılmaya yeter mi?

Evet, görüldüğü gibi ahlaki davranış bir sonuçtur ve sonuçlar illetlerinden bağımsız “değerlendirilemezler”. Bu noktada “Ameller niyetlere göre değer kazanır” diyen Hz. Peygamber’i hatırlamanın tam zamanı.

Aslında tüm İslam ahlakçılarının ortak yargısı, ahlaki davranışın kökeninin metafizik olduğudur. Farâbi ve İbn Miskeveyh’in uğraştığı ahlakın kökeni konusunu Kant onlardan yüzyıllar sonra ele alır ve onlarla aynı gözede buluşur. Kant Ahlak metafiziğinin Temellendirilmesi’nde der ki: “Demek ki bir Ahlak metafiziği, onsuz edilemeyecek kadar gereklidir… Ahlakın kendisi, bir rehberden ve doğru yargıda bulunmak için en üstün normdan yoksun olduğu sürece, her türlü yozlaşmaya açık olduğu için gereklidir.”

Peki, normu kim koyacak?

Toplum mu? Bizim toplumda yapılan kamuoyu yoklamalarının sonuçlarını gördükçe, bu teklife “Allah korusun” diyorum. Ahlaki davranışın ölçütü toplumun/başkalarının beğenisi olamaz. Toplumsal baskı gücüyle yapılan davranış da ahlakilik niteliğini elde edemez. O baskıdan kurtulunca o davranışın devam garantisi yoktur.

Akıl mı? Akıl, kavramların ve terimlerin sınırlarını belirleyen tasavvur üzerine inşa edilir. Birinin tasavvurunu kim oluşturmuşsa, aklını da o oluşturmuştur. Bu da ahlakta göreceliğe yol açar. Ahlaki davranışın en büyük düşmanı “rölativist ahlak”tır. “Bana göre, sana göre” başladığı anda, erkeğin ahlaksızlığı “elinin kiri, yu gitsin”, kadının ahlaksızlığı “namussuz, vur gitsin” diye nitelendirilmeye başlanacaktır. Evin kızı yaparsa “kaza”, hizmetçi yaparsa “sakarlık” olarak değerlendirilecektir. Bu durumda dünyada hakiki bir erdem ve ahlaklı davranışın bulunabileceğinden hepimizin kuşkuya kapılması işten değil.

Evet, ahlaki davranış kökeninden bağımsız değerlendirilemez. O köken ise, dinin ve imanın alanı olan metafizik alandır. Bizzat iyi, doğru, hak, güzel olduğuna inanılmadan, insanda ahlaki davranış melekesi oluşmaz. Bunun anlamı insanda bir vicdan yaratmaktır. Din dışında hiçbir kurum insanda bir vicdan yaratamaz.

Yükümlülük (teklif), ahlaki davranışın olmazsa olmazıdır. Çünkü yükümlülük olmadan sorumluluk olmaz, sorumluluk olmadan adalet yerini bulmaz. Adil olmayan ise ahlaki olmaz. Yükümlülüğün kaynağı ya beşeridir, ya ilahidir. Beşeri olanı, ya toplumsal baskı gücü, ya da hukuksal cezalandırılma korkusudur. Bu temeller üzerinde yükselen bir davranışın “ahlaki” olarak nitelendirilemeyeceği müsellem bir hakikattir. Geriye ilahi cazibe (iman) kalmıştır ki, bu da yaradılıştan gelen altyapı olan “fıtrat” ve üstyapı olan dinin yarattığı vicdan sayesinde gerçekleşir.

İslam aklı koparan değil bağlayan akıldır (akıl=bağ). Bu aklı Yunan-Batı aklından ayıran en bariz özellik bilgiden ahlaka değil, ahlaktan bilgiye doğru bir seyir izlemesidir. Cahiliye şiirinde -isim olarak- “akıl” formu kullanıldığı halde, Kur’an’ın bunu hiç kullanmayıp aklı fiil olarak kullanması ve kalbe nisbet ederek “akleden kalp” ten söz etmesi, aklın aktif, değişken, fonksiyonel ve eylemsel bir meleke olduğunun göstergesidir.

Hz. Peygamber “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” diye dua ederken, ahlakı bilginin kıstası olarak görüyordu. Akla ahlaki bir istikamet açısı vermenin en garantili yöntemi, “ön-yargı” olan “küfür”den kurtulup “ön-bilgi” olan “iman” ile donanmaktır. Bu üstyapıdır.

Din (ve onun muhatabından istediği iman/ güven) gibi bir üstyapıya sahip olmadığı halde ahlaki davranış sahibi olanlar pek çoktur. Bu, din ve imanın altyapısı olan “fıtrat”ın eseridir. Bu altyapı her insanda ontolojik olarak mevcuttur. Kur’an da, Peygamber de bunu vurgular. Fakat bu, dinin düzenlediği bir iman olmadan “ahlak sistemine” dönüşemez.

Gelecek haftaya…

 

Yorum Yaz