Birlik ideali hayal değildir

1878 Berlin Antlaşması İslam Birliği Hareketi için dönüm noktasını oluşturur.

II. Abdülhamid bu antlaşmanın ardından İslam Birliği idealini hayata geçirmek için harekete geçti. Bu maksatla işe ilk defa Kuzey Afika’dan, Berka ve Bingazi’den başladı. Buraları ellerinde tutan Senusilere gönderdiği iki önemli adamı vasıtasıyla yaptığı jestler, Senusileri İslam Birliği’nin en ateşli savunucuları yapacak, sonuna kadar bu ideale sadık kalan Senusilerin samimiyetinden Kurtuluş Savaşı sırasında Müslüman Anadolu halkı da yararlanacaktır.

Ne ki bu çalışmaları anında haber alan Fransa’nın Tunus’taki fevkalade elçisi Rousstin telaş göstererek hükümetini yaklaşmakta olan tehlikeye (İslam Birliği) karşı uyarır. Bunun üzerine Fransa bu hareketin başarılı olma ihtimalinden korkarak “Uslandırma Hamlesi” adı altında bir askeri operasyon düzenler ve Tunus’u işgal eder (1881). Fransa’nın düşman kardeşi İngiltere ise bir yıl sonra Mısır’a çıkarma yapar. İngiltere’nin bu işgaline karşı Mısır’a asker göndermek isteyen Osmanlı, karşısında Fransa’yı bulacaktır. Anlayacağınız birbiriyle kıyasıya rekabet halinde olan Fransa ve İngiltere ortak hasım bildikleri Müslüman dünya karşısında birbirini kollamaktan geri durmamaktadırlar.

İslam Birliği Hareketi’ne moral destek sağlayan hususlardan biri 1897 Osmanlı-Yunan savaşıdır. Bu savaş Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanınca tüm dünya Müslümanları günlerce süren sevinç gösterileri yaparlar. Bunlar içerisinde Türkistan, Azerbaycan, Madagaskar, Sudan, Tunus gibi coğrafyalarda yaşayan Müslüman halklar yer almaktadır.

Ama İslam Birliği Hareketi asıl sınavını Trablusgarp direnişi sırasında verir.

1911 Eylül’ünde İtalyanlar Senusilerin hakim olduğu toprakları işgale girişirler. Trablusgarp ve Berka’nın işgaliyle Merakeş’ten Mısır’a kadar bütün bir Müslüman Kuzey Afrika dört batılı devlet arasında paylaşılmış olmaktadır.

Müslüman toplumlar bu işgale karşı umulmadık bir tepki verirler. Bu tepki öylesine kapsamlı ve kuşatıcıdır ki, Osmanlı yönetimiyle savaşa kadar varan ihtilafını henüz tatlıya bağlamamış olan Yemen’deki İmam Yahya dahi bu işgale karşı Osmanlı’nın yanında yer alır. Halife’ye çektiği telgrafta yüz bin askerle işgalci düşmana karşı savaşmaya hazır olduğunu bildirir.

Aynı şekilde yine Osmanlı’yla kanlı bıçaklı olan Necid Emiri Abdülaziz b. Suud da sadrazama çektiği telgrafla bu işgale karşı Osmanlı bayrağı altında savaşmaya hazır olduğunu ve bu konuda emir beklediklerini bildirir.

Hindistan’ın İngiliz işgali altındaki Müslüman halkı tıpkı İş Bankası’na kurucu sermaye olan Kurtuluş Savaşı sırasındaki yardımı gibi yardım kampanyaları başlatır. Oldukça büyük bir meblağ tutan yardımın yarısı, ünlü allame Seyyid Emir Ali Hindi tarafından doğrudan savaş alanına götürülür. Diğer yarısı da Osmanlı ve Mısır Kızılayları arasında pay edilir.

Bütün bu çabalar Batılı işgalcileri öylesine telaşlandırır ki, dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Gabriel Hanotaux endişesini şöyle dile getirir: “İtalya Trablusgarp’a saldırmakla Avrupa’nın bölgedeki çıkarlarına hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir darbe vurma cinayetini işlemiştir.”

İslam Birliği Hareketi Batılıların bilinçaltındaki İslam fobisini olanca çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştı. Fakat malum nedenlerle akamete uğradı. Batılılar böyle bir hareketi sadece dışarıdan saldırılarla bitiremezlerdi. Kendilerine yerli yardımcılar buldular. Onlar eliyle sadece İslam Birliği Hareketi’ni değil, İslam birliği umudunu diri tutan her şeyi en şiddetli bir biçimde cezalandırdılar.

O gün bu gündür Müslümanların birliği ne zaman gündeme gelse, aynı odaklar bin bir dalavere ile bunun önünü kesmenin çabasına girmişlerdir. D-8 projesine karşı içerden ve dışardan yürütülen karalama ve tezvirat işte bu tür bir birliğin yalanı karşısında dahi büyük güçlerin ne denli telaşa kapıldıklarının yakın tarihte yaşanmış örneğidir.

Geçen yazıda da söylediğimiz gibi İslam Birliği Hareketi kendi zamanının şartlarının doğurduğu bir hareketti. O, o zamanda kaldı. Fakat Müslümanlar hâlâ varlar. Onları motive eden inanç esasları dün ne ise bugün de aynı. O esaslardan yola çıkarak mutlaka bir birlik ideali etrafında kümelenmek zorundadırlar. Er ya da geç, bu olacaktır.

Bu günün dünyasının aktörleri ebedi değildirler. Dünya böylesi zamanları çok gördü. Bu aktörlerin de bir miadı vardır. Kur’an uygarlıkların ecelinden söz ederken bireylerin ecelinden daha kesin ve keskin ifadeler kullanır. “Her ümmetin bir eceli vardır, eceli geldiğinde ne bir an erteleyebilirler, ne de atlatabilirler” formunda olduğu gibi.

Ne var ki, bugünün dünyasında Müslümanların birlik idealine giden yol ve yordam, dünün yol ve yordamı olmayacaktır. Bu idealin gerçekleşmesi, devletlerden daha çok gittikçe dünyada etkileri artan sivil kuruluşlar eliyle olacaktır.

Müslümanlar arasında kurulacak olan ortak dernek ve vakıflar bu ideale giden yolun işaret taşları olacaktır. Müslümanlar arası çok uluslu ticari ortaklıklar ve şirketler de öyle. Bilim, sanat, kültür, spor ve müzik gibi alanlarda üretilebilecek ortak projeleri de buna dahil etmek gerekir. Yani, bugün birlik ideali dünkünden daha gerçeğe yakındır.

Dün birbirinin 60 milyon insanını boğazlayan Avrupa bugün her alanda birlik olmayı başarıyor da, böyle bir sabıkası olmayan Müslüman dünya birlik olmayı neden başaramasın?

Yorum Yaz