Bolu Beyi orada, Köroğlu nerede?

Her ilahi mesaj gibi, mü’minin imanını, münkirin inkârını, münafığın nifakını artıran depremin enkazı altından sağ kurtulan dostlara “geçmiş olsun” demek için deprem bölgesindeydik dün.

Düzce depreminin kitap gibi gördüğü enkazın altından eşi ve çocuklarıyla birlikte sağ kurtarılan dostlarımızdan birinin sığındığı mekandayız. Orada bulunan tüm depremzedelerin, gelen mesajı işinin erbabı bir müfessir titizliği içerisinde çok iyi yorumladıklarına ve algıladıklarına bir kez daha şahit oldum.

“Biz dersimizi aldık” diyorlardı. Acıyı araya vermemek istercesine, acıdan “ibret” ve “hikmet” damıtıyorlardı. Gıbta etmemek ne mümkün? Fakat onların acılarıyla alay eden Ankara, onların acılarını artırmak için elinden geleni ardına koymuyordu.

Medihlerini ta İstanbul’dayken duyduğum, Düzce ve Kaynaşlı’ya akan yardımları organize eden aydınlık yüzlü gençleri tanımak istediğimi sordum. “Onları jandarma aradığı için ortada yoklar” dediler. Suçları nedir diye sordum. Aldığım cevap tüyler ürperticiydi: “Yardım dağıtmak.”

Yok yok! Bu istisnai bir tavır falan değil, bu tavır Ankara’nın “derin tavrı”. Bölgenin en büyük ilçesinin belediye başkanı gözleri dolu dolu anlatıyor: Depremin hemen ertesi gün belediyemizin tüm imkanlarını seferber ederek Düzce’de sıcak yemek dağıtmaya başladık. Vali yardımcısı, kendisinin de yemek zorunda kaldığı yemeği kimin dağıttığını sorar, “falanca belediye” denir. “Hangi partiden” der. Aldığı cevap karşısında ağzını bozan Vali Yardımcısı, yemek dağıtan belediye personelimize küfürler ederek anında bölgeden ha…ir etti. Kovulduk, diyor başkan, “üstelik yemeğimizi elimizden aldıktan sonra.”

Ekranda gördüğüm o dişi nesnenin, soğuk ve yağmur altında tir tir titreyen Kaynaşlı’nın depremzedeleriyle dalga geçercesine “Onları buraya sokmayacağız” diye bağırışını nasıl unutabilirim? Kim “onlar” dediği? Elbette “irticacılar”, “sakallılar”, yani komşusu açken kendisi tok yatamayan Müslümanlar. “Tükrüğe acırım billahi tükürsem yüzüne” diyordu ya Akif, aynen öyle.

Dönüşte Sakarya’ya uğruyoruz. Sakarya yağmura ve soğuğa direnmeye çalışıyor. Sakarya’ya uğrayıp da Sakaryalının “deprembaba’sı Süleyman Gündüz’ü görmeden geçmek olmaz. Tüm bir felaket süresinde sivil toplum kuruluşlarının yardımlarının canla başla organize edildiği Şark Mesire Meydanı’ndaki organizasyonu ziyaret ediyoruz. En yetkili isim “Kaçırdınız, az önce gelmeliydiniz” diyor ve ekliyor: “Yine basıldık, kısa zamanda organizasyonu dağıtmamız için güvenlik güçleri gözdağı verip gitti”.

Bolu’daki “mülki felaketin” burada da olup olmadığını öğrenmek için yöneticilerin tavrını soruyorum; “Onlar da şikayetçi. Yukardan korkunç baskılara maruz kalıyoruz, diyorlar” cevabını alıyorum. Hatta bu baskılara tepki olsun diye Kızılay sorumlusunun kendi çadırını sivil organizasyona teslim ettiğini söylüyorlar.

Bir vakfın depremden bu yana bölgede sıcak yemek dağıtan aşevini “dinsel tacizciler” gele-gide canlarından bezdirip kapattırmaya muvaffak olmuşlar. Şehirdeki son aşevi de bu baskılara fazla dayanacak gibi görünmüyor.

Size gönderilenlerin gözlerinin ta içine bakmıyor musunuz; bunu yapabilmek için insandan başka bir şey olmak lazım, sözüme “hepsi de emir kuluyuz, emir yukardan, diyorlar” cevabını veriyorlar. Bir vakıf yetkilisi ekliyor: “Bir kez de Allah’ın kulu olsalar ya!”

Evet, devlet halkını o kadar çok koruyor ve kıskanıyor ki; bu “koruma” ve “kıskanma” depremden bin kat daha ağır bir bela ve musibete dönüşüyor halkın gözünde.

Halk, Bolu Beyi’nin -pardon, “valisinin” susturmak için ağzına vurduğu o kızdır; Ankara tüm heybet ve haşmetiyle işte o Bolu Beyi’dir. Her köşe başında bir Bolu Beyi. Depremle baş eder bu halk, fakat Bolu Beyleri olmasa.

Köroğlu olmayınca, Bolu Beyi’nin elinde depremzede “Ayvaz”a döndü, zavallı Ayvaz’a…

Ya Köroğlu nerede?

Bolu Beyi’nin babasının gözlerine mil çektirdiği Köroğlu?

“Benden selam olsun Bolu Beyi’ne!” diye niçin bir selam yollamaz?

Beş yüz yıl önceden “Delikli demir çıktı mertlik bozuldu” demişti.

O da bir şey mi Köroğlu? Gel bak şu Ankara’nın haline; ideolojik devlet çıktı insanlık bozuldu!

( 26 Kasım 1999 )

 

Yorum Yaz