Bu köşenin saygıdeğer okurlarına!

Seviyesi malum bir yazıya gösterdiğiniz tepki için minnettarım.

Bu köşede yazdığım sürece hep “bilgi” ve “istikamet” vermeye çalıştım.

Sırf yazmış olmak için bir tek makale kaleme almadım. Bu, kendime ve siz okurlarıma olan saygımın boynuma yüklediği bir sorumluluktu.

En iyi bildiğim konularda, bilgimi ve sancımı sizlerle paylaşmak, bana hep keyif vermiştir. Yine ihtisas alanıma giren bir konuda, bir okuyucumun sorusu üzerine, araştırmalarım sonucunda ulaştığım neticeyi dile getirdim. Hem “esas”a, hem “usul”e ilişkin gerekçe ve eleştirilerimi ise üç-beş yazıda ayrıntılı olarak ele almayı planlamıştım. Fakat ilmi olan ve ancak ilmi bir seviyede tartışılınca yarar sağlayacak olan bir konu, polemiğe kurban edilerek ayağa düşürüldü.

Oysaki ben, ilmi bir meseleyi “ilmihal düzeyinde” değil, Kur’an ve sahih sünnetten yola çıkarak “akıl”, “usul”, “illet” ve “makasıt” düzeyinde ele almıştım.

Gördüm ki mesele kasaba vaizi üslubuyla ele alındı. Kendimi, bu düzeyde bir tartışmanın tarafı ya da muhatabı olarak görmüyorum. Hepsi bir yana, asıl esef verici olan, “cühela”dan olduğu kendi itirafıyla sabit bir şahsın çirkin üslubuna muhatap olmamdı.

Kur’an, “Cahillerden yüz çevir!” diyor. İmam Şafii, “Ne zaman bir âlimle tartışmışsam kazandım, ne zaman da bir cahille tartışmışsam kaybettim” diyor. Kur’an’ımızın emri başım gözüm üzredir. Bildim ki, cahile karşı en iyi cevap “sükût” imiş.

( 9 Ekim 2000 )

 

Yorum Yaz