Bu ne tekbir, bu ne protesto?

Ankara’da bir grup farklı dil ve lehçelerde yayın kapsamında TRT’den Kürtçe yayın yapılmasını protesto etmiş.

Normal. Kimsenin buna bir diyeceği yok. İsteyen istediğini protesto eder. Fakat bu grup protestolarını tekbirler eşliğinde yerine getirmiş. İşte sorun burada. Bu sorunun adını koymak gerçekten zor. “Kafa karışıklığı” yetmez. “Dinin cahili olmak” yetmez. “Yaman çelişki” yetmez. “Kavram kargaşası” yetmez.

Belki bunların hepsi ve daha fazlası. Aslında bu durum sadece belli ideolojik grupları ve belli olayları kapsamıyor. Maalesef, toplumu oluşturan tüm ideolojik grupları ve hayatın her alanında gerçekleşen sayısız olayı içine alıyor.

Mesela Meclis’teki mescitle kafayı bozan şu CHP milletvekili olayını alınız. Buna “Klasik CHP kafası işte!” deyip geçebilir misiniz? Aslında bu da en az başkalarının en tabiî haklarına yönelik tekbirli protesto kadar garabet bir durum değil mi?

Bu bayan milletvekili Türk kadınını temsil yetkisini kendisine vermiş. Ona göre tesettürlü bayanlar Türk kadınını temsil edemezmiş? Gülmeyin, aynen böyle. “Dağdan gelip bağdakini kovmak” deyimi tam da bu durumlar için söylenmiş olsa gerek.

Bakışınız yanlış olunca hiçbir şeyi doğru göremezsiniz. Amuda kalkmış bir bilincin eline gördüğünü düzeltme gücü ve yetkisi verirseniz, elinin uzandığı her şeyi “düzeltmek” yerine “düz”, hem de “dümdüz” eder.

Bir zamanlar kadın bedenini teşhir ederek tiraj artırmayı marifet bilen bir gazete, kullandığı kadın resimlerinde titizlik gösteren bir başka gazeteyi “sapık” olarak nitelendirmişti. Bu tipik bir “aynada kendini görme” durumuydu. Elbette bunun psikanalizini yapmak bana düşmez. Fakat ortada gerçekten klinik açıdan analizi gerektiren bir psikolojik vaka olduğu aşikar.

Gelelim tekbirli protestoya. Tekbir ile simgelenen İslam’ın temel hak ve özgürlükler konusundaki yaklaşımı hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak kadar açık. İslam’ın çağlar üstü mesajının zirve vahyi Kur’an, doğuştan gelen üstünlük iddialarının tümünü ayağının altına alır. Irk, renk, kavim, kabile, boy, soy, cinsiyet, dil, kültür, coğrafya, elhasıl insanın insana kendisiyle üstünlük tasladığı doğuştan gelen hiçbir niteliğin üstünlük gerekçesi olamayacağını açık bir dille ifade eder.

İnsanlar bir erkekle bir dişiden yaratılmıştır. Yani övündükleri etnik köken ta başta aynı ana babaya dayanır.

Irk, kavim, kabile, soy, boy vs. gibi farklılıklar ilahi bir yasa gereğidir ve bu yasayı koyan bunun gerekçesini de “savaşasınız diye” değil “tanışasınız diye” koymuştur. Birbirini merak edip tanıması için konulan ilahi yasaları birbirini dışlamak için kullanması, insanoğlunun en tehlikeli istismarlarından birisidir. Kulun kula tahakkümü işte böyle başlar. Bunun sonu, kendini üstün sayanın, “ötekileştirdiğine” yönelik zulmü meşru saymasıdır.

Yine Kur’an farklıkları “Allah’ın ayetleri” olarak niteler. Hatta yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar açık bir dille “dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Allah’ın ayetlerindendir” der. Ayetler bir yere işaret eden parmak gibi, bir anlam ve amacı gösteren göstergelerdir. Bu göstergeler ise kulun kula zulmünü ve kulluğunu engellemeyi amaçlamaktadır.

Üstünlüğün yalnızca “takva”da, yani “sorumluluğunun bilincine varma”da olduğunu söyleyen de yine Kur’an’dır. Sorumluluk bilinci ise doğuştan taşınan bir nitelik değil, iradi bir biçimde insanın kendi tasavvur, akıl, inanç, gayret ve himmetine bağlı bir erdemdir. Yani insan övünecekse kendi dahli olmayan şeylerle değil, kendi dahli olan şeylerle övünmelidir. Zaten tersi hamakat olur. Bütün bunlar ortadayken, tekbirli protestoda siz hâlâ bir terslik görmüyor musunuz? Kur’an’ın “Allah’ın ayetlerinden” biri olarak nitelendirdiği dillere birileri çıkıp yasak koymuş. Bakmayın şimdilerde inkar edildiğine, bu yasak bir zamanlar para cezası olarak çatır çatır uygulanmıştı.

Anadili olan Kürtçeden başka dil bilmediği için gencecik adamların darağaçlarında sallandırıldığına bile şahit oldu bu topraklar. Ünlü Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nin tek hukukçu üyesi olan (evet, diğer üyelerin hiçbirinin hukuk nosyonu yoktu) savcı Ahmet Süreyya (Özgeevren) bir gazetede tefrika edilen röportajında, mahkemeye getirilen bir delikanlının sırf Türkçe bilmediği için asıldığını, bu yüzden gözüne geceler boyunca uyku girmediğini, çünkü gözünü kapattığında o gencin rüyalarına girdiğini itiraf edecekti. Çünkü mahkeme başkanı (ünlü üç Ali’lerin en gaddar olanı), her nasılsa tutulup getirilen ve Türkçe bilmediği için kendisine sorulan soruları anlamayan gence “Asın bunu, zaten Türkçe bilmeyenden memlekete ne hayır gelir!” diyerek astırmıştı.

“Nereden nereye” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de “Haklısınız ama ne bedel karşılığında ve ne kadar zamanda?” derim.

Daha alınacak çok yol var. Leyla Zana sırasını savdı. Bakalım hak ve hukuk tevziatında Meclis’te malum zihniyetin lincine maruz kalan Merve Kavakçı ve onun gibi gadre uğrayan binlerce başörtülüye sıra ne zaman gelecek.

SAYIN İÇİŞLERİ BAKANI’NA ÇAĞRI: Kimin işgüzarlığı olduğunu bilmediğimiz İHH’ya düzenlenen gece baskınları için kamuoyunun bir açıklama alacağı var. Bu çirkin uygulamanın failleri için ne gibi bir işlem yapıldığına ilişkin açıklamayı ısrarla bekleyeceğiz.

 

Yorum Yaz