Bugün bize pîr geldi

Adı hep tanımak istediğiniz isimlerin başında gelen, tanımadan “Allah ömrünü müzdad kılsın!” diye dua ettiğiniz, bir Osmanlı çınarı gibi zamanın badireleri karşısında yıkılmamış, ilim, irfan, tecrübe, asalet, hafıza ve duruş sahibi 90’lık bir “pîr”i ansızın karşınızda görseydiniz ne yapardınız?

İşte ben üstad Gıyaseddin Emre’yi gördüğümde o durumdaydım.

Osmanlı medreseleri üzerine bir doktora tezi hazırlansa, bu tezin hilafsız dörtte üçlük bir dilimini Muş Vadisi medreselerine ayırmak gerekirdi. Bu vadide yer alan medreselerin yetiştirdiği başta Üstad Said Nursi’nin hem ağabeyi hem hocası Molla Abdullah’tan Üstad’ın kendisine kadar, isim listesi bu köşenin hacmini zorlayacak sayıda alimin içerisinde hiç kuşkusuz Molla Sebğatullah’ın ayrı bir yeri vardır.

Beni heyecanlandıran, karşımda duran insanın, yalnızca Doğu medreselerinin son yüz elli yılına damgasını silinmez bir biçimde vurmuş olan bir ismin torunu olması değildi. Aynı zamanda, tarihin en uzun yüzyılına, tarihin en netameli coğrafyasının bir evladı olarak tanık olmuş biriyle karşı karşıya bulunduğumu bilmemdi.

Hele ilgili eserime aldığım bugün olayın yaşayan tek canlı tanığının o olduğu Ganiçok köyünde 1927’de gerçekleşen ve ardından korkunç bir zulüm dalgasının geldiği baskın olayı var ki, onu burada aktarmayacağım. Bugün Gıyaseddin Emre’nin Menderes döneminin milletvekili olarak başından geçen birkaç olaya yer vereceğim. Bu hatıraları neden önemsiyorum biliyor musunuz?

İki sebepten;

Birincisi: yeni nesiller, insanımızın bu günlere hangi yangınların içinden geçip geldiğini, inançlarını korumak için ne bedeller ödediğini bilmiyorlar. Dolayısıyla dünle bugün arasındaki farkı, bu fark için kesilen faturayı ve bu faturadan kendilerine düşen payı bilmiyorlar.

İkincisi: önceki cehaletin tabii bir sonucu olarak, bugün olan biten her şeyin dünün izdüşümü olduğunu, dünü bilmeden bugünü anlamanın imkânsızlığını, dün bu ülkede İslam’ı “yasadışı” ilan eden çevrelerin bugünkü hırçınlıklarının gerçek nedenini bilmiyorlar.

Üstad Emre diyor ki: “Meclis’e ilk girdik. O zaman yeni Meclis binası yapılmamıştı. İlk namaz vakti girdi. Bina içinde yana yakıla namaz kılacak bir yer aramaya koyuldum. Derken benim durumumda olan iki arkadaşla bu vesileyle oracıkta tanıştık. Onlar da namaz kılacak yer arıyorlarmış. İçeride bulamadık. Müştemilat içerisinde bir yer buluruz ümidimiz de boşa çıktı. Bahçeye çıktık. Uzun yıllar Meclis’te görevli olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir görevliye bahçede namaz kılabileceğimiz bir yer göstermesini istedik. O zat bize döndü ve dedi ki: “1925’ten bu tarihe kadar, burada bir tek alın secdeye varmadı.”

Malum birilerinin, milletin ilk kez siyasete müdahil olduğu 1950 sonrasını “karşı devrim süreci” olarak nitelendirmesinin gerçek sebebini şimdi anlıyorsunuz, değil mi? Tabii ki, CHP’nin nasıl bir geleneği temsil ettiğini de?

Bu canlı tarihin ağzından, Üstad Said Nursi’nin canlı canlı gömülmek istendiği Emirdağ’dan, Menderes döneminde Ankara’ya gelişinin hikayesini de dinliyoruz. Ceberut “Tek Parti” iktidarından, dramatik bir düşüşle muhalefet sıralarına gömülen İnönü’nün ve temsil ettiği düşüncenin, “insan hak ve özgürlüklerinden” ne anladığını da, bu vesileyle bir kez daha öğrenmiş oluyoruz.

Üstad Ankara’ya gelir ve bir otele (Beyrut Oteli) misafir olur. “Kahraman basınımız” o gün daha acar kahramandır. Cumhuriyet ve Milliyet gibi gazeteler “pîr-i fânî” bir ülke evladının başkente gelişini “rejim sorunu” haline getirmeyi başarırlar (Dikkat edin, aradan 55 yıl geçti, fakat huylu huyundan vazgeçmedi).

Muhalefet reisi İsmet Paşa Meclis kürsüsüne çıkar ve Menderes hükümetini “irticayı hortlatmakla” (ne kadar da tanıdık) suçlar. Olayın canlı tanığı Gıyaseddin Emre, Menderes’in ağzından şu cevabi sözleri naklediyor:

“Paşanın dine ve dindarlara karşı bu bitmez tükenmez kin ve nefretinin esbab-ı mucibesini bir türlü çözemedim. Tüm dünyalığı, Muhterem Paşa hazretleri gibi zayıf ve nahif birinin bile taşıyacağı kadar az olan bir zattan, niçin bu kadar korkuyor? Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pîr-i fânîden ne istiyor?”

İşte bunun üzerine, siyasi cinayetlerle sonuçlanacak sürece yeşil ışık yakan şu meş’um sözü İnönü ikinci defa kürsüye gelişinde söylüyor: “…Öyle zaman gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım!”

Karşımdaki canlı tarih konuşurken, dikkat ettim, Osmanlı’dan yaşayan bir organizma gibi söz ediyordu. Abdülhamid demiyor, “Büyük Abdülhamid” diyordu. Yukarıdaki hatıralarının sonunda, “Menderes eğer Bağdat Paktı’nı ciddiye almasaydı asılmayacaktı” yargısında bulunuyor. “Bu ülkede, milletin bağrından geçmişte üç başbakan çıktı, ikisini öldürdüler, birini de süründürüyorlar” diyor. Bu günkü hükümetten de umutlu olduğunu söylüyor.

Bakın daha Üstad Emre’nin ilmi yönüne sıra bile gelmedi. Selis Arapçasıyla yanımdaki entelektüel birikim sahibi seçkin Arap konuğumla konuşmayı da ihmal etmiyor. Söz Muş medreselerine, oradan müfredatta bulunan Emali, Molla Cami, Telhis ve diğerlerine geliyor. Velhasıl ehl-i dîl ile sohbete pâyân olmuyor.

Bize ise, “Eyvallah pîrim eyvallah/Hak lailahe illallah” demek düşüyor.

 

Yorum Yaz