Bumin, “ortak iyi”, ahlakın kökeni, din-iman

Kürşat Bumin’in yazılarını ne zaman okusam, onu Haber Saati’nde ne zaman izlesem, çirkinliklere karşı epeydir kullanmadığımız bir hakkımızın daha olduğunu hatırlayıveririm: Tebessüm etme hakkı…

Bumin, sistemi, sistemin kutsallarını, ‘mukaddes’ bürokrasiyi ve ‘vaftizli’ medyayı hak-hukuk tanımazlıklarından dolayı eleştirirken, bize “tebessüm etme hakkını” nasıl kullanacağımızı öğretiyor. Şunun şurasında bu ülkede, çirkinlikleri hedef alıp da baltayı taşa vurmadan (bu önemli) eleştirinin hakkını veren kaç kalem var ki?

Buna Frenkler “humour” diyorlar. Eskiden “nüktedan” derlerdi. Eleştirirken güldürebilme (az acılı, bol kinayeli), güldürürken düşündürme, düşündürürken iç geçirtme…

İşte Bumin bize, -kendimize kalsa tebessümü sittin sene hiç hatırlamayacağımız- şu acayiplikler ülkesinde, eleştirirken tebessüm etmeyi öğretiyor. Humour, sadece başkaları için değil, gerektiğinde kendimizle dalga geçebilmemiz için de gerekli. Bunu küçümsemeyin sakın; bunu sadece “özgüven” sahipleri becerebilir.

Doğrusu, Kürşat Bumin gibi felsefi derinliği olan bir yazar tarafından titizlikle takip edilmek beni sevindirir. Eh, işi medya eleştirisi olan bir yazarca okunuyor olmanın riski de var elbet. Ne yapalım, buna da katlanacağız zahir… Böyle dediğime bakmayın, ben eleştiriyi ibadet bilenlerdenim.

Eleştiri dedimse, sanmayın öyle. Bumin, 4 Eylül tarihli sütununda bu köşenin yazarını konuk etmiş ve bu köşede yayımlanan yazılardan bir demet alıntı yapmış. Bunlardan sonuncusu “Din-siyaset ilişkisi üzerine” başlıklı yazımdan yaptığı şu alıntı: “Dinden ve imandan bağımsız bir ahlak sistemi düşünülemeyeceğine göre, bu ülkede dine yönelik her saldırı, ahlaka yönelik saldırıdır.”

Bumin, bu satırları naklettikten sonra, yazısını şöyle bitiriyor: “Hocaoğlu” güzel yazıyor; ama bana sorarsanız, bu son hükmünü biraz açmalıdır. Birçok yazısından “ortak iyi”nin başkalarıyla pekala paylaşılabilir bir şey olduğu sonucu çıkabilirken, ahlakın kökenine dair bu hüküm niye?”

Bu soru mühim! Sadece “mühim” değil, aynı zamanda netameli, hatta ‘cerbezeli’. Altı ucu bir soru diye geçiştiremeyiz. Çünkü bu soru, meselenin özünü kurcalıyor; üstelik ahlakın kökeni gibi pür “metafizik” bir konuda…

Bumin, usta… Soruyu sordu ve kurtuldu(?) Ya şimdi ben ne yapacağım?

Görüyorsunuz, sözü, sözün gücüne inananlar ciddiye alır. Onunla beni aynı gözede buluşturan da işte bu: Sözün gücüne inanmamız. Bakış açımız, hayat tarzımız, alem görüşümüz, varlık algımız ve ahlak felsefemiz ayrı olsa da… “Ahlak sistemini ‘din ü imana’ hasrettin madem, gel bakalım bunun hesabını ver?” demek de onun hakkı. O bu hakkını nazikçe kullanıyor.

Aslında bu işi kısa kesip küçük bir düzeltmeyle soruyu savuşturabiliriz. O da, Bumin’in dikkatinden kaçtığını düşündüğümüz “ahlak” ile “ahlak sistemi” arasındaki ayırım. Biz ahlakın kökenini din ve imana bağlarken salt eylem olan ahlaki davranıştan değil; metafizik, tasavvur, bir düşünce sistemi olarak akıl ve bunların dokuduğu kişilikle birlikte, o davranış(lar)ı anlamlı kılan “bütüncül bir sistemden” söz etmiştik.

Bumin, buna rağmen konuyu açmamı istiyor gibi geldi bana. Doğrusu, görmezden gelemeyeceğim böyle bir talep olmasaydı, ahlak felsefesi gibi netameli, boyumu aşan, derin sulara dalmayı gözüm yemezdi. Hele de bir gazete köşesinde…

Görüyorsunuz, “yerim dar”.

Bu mazeretimi en iyi Bumin anlar, fakat okuyucu da anlar mı? Ya beni “Oynamayı bilmeyen gelin” yerine koyacaklar çıkarsa? (Alın size bir ahlak felsefesi paradoksu!)

Deneyeceğim. Sadece düşünen ve yazan insan olarak değil, inanan ve inandığı değerlere güvenen, imanını ciddiye alan bir ‘mü’min’ olarak…

Evet, “dinden ve imandan bağımsız bir ahlak sistemi düşünülemez”. Bu önermenin anahtarları “din” ve “iman” tanımlarıdır. Bu anahtarlar çözülmeden muhalefet de, muvafakat da pek bir anlam taşımaz.

Bumin diyor ki: “Ortak iyi” başkalarıyla paylaşılabilen bir şey.. O halde ahlakın kökenini din ve imana bağlamak niye?”

Anlayamadığım şu: “Ortak iyi”nin başkalarıyla paylaşılabilir olması, ahlakın kökeninin dinden imandan bağımsız olmasının illeti mi, şartı mı, gereği mi, hepsi mi? Niçin?

Hem, “iyi” iyi olma niteliğini “ortak”lıktan mı almaktadır ki? “iyi”yi iyi eden insanların onun üzerinde fikir birliği içinde olması mıdır? Konumuza taşıyalım; ahlaki bir davranışın ahlakiliğinde “ortak”lık ölçüt olabilir mi? Tutalım ki başkaları paylaşmıyor; “iyi”nin iyilik vasfına halel gelir mi? Ya ‘cem’i ğafîr’in paylaştığı kötüye ne demeli? Bu olsa olsa, insanın ontolojik formatı (fıtrat)’nın yaradılıştan iyiye yatkın oluşuyla açıklanabilir.

İşte din de iman da, bizatihi bu ontolojik format olan “fıtrat”la alakalıdır. Bunu, iyice irdelemek gerekecek. Zamanı gelince…

Gelebilecek itirazı tahmin ediyorum, fakat hemen ilave edeyim: din de iman da aşkınla bağlantılı, metafizik durumlardır.

İşin garibi ahlakın kökeni de öyle. İşte tam da bu yüzden -doğru tanımlamak kayıt ve şartıyla- dinden imandan bağımsız bir ahlak sistemi ve felsefesi olamaz. Çünkü ahlak ile din-iman aynı soya mensupturlar, ikisi de metafiziktirler. Değilse, bir davranışı ahlaki yapan, davranışın kendisi değildir. Sahibine onu yaptıran tasavvurdur. Yani Kant’ın “maksim” dediği ve erbabının Türkçeleştirmekte acze düştüğü şey…

Görüyorsunuz, bu hamur daha çok su kardıracak gibi duruyor. Tıpkı din ve iman gibi, ahlakın kökeni neden metafiziktir, gelecek yazıya…

 

Yorum Yaz