Buna da şükür (2)

Sayın Cumhurbaşkanı’nın YÖK Yasası’nı red gerekçesindeki din tasavvuru üzerinde ne kadar durulsa yeridir.

Bu tasavvur bana Nasreddin Hoca’nın meşhur fıkrasını hatırlattı. Hocadan sevmediği biri randevu talep eder. Hoca haftanın tüm günlerini sayar ve şöyle der: “Bu saydığım günlerde gelme de, ne zaman istersen gel”.

“Hiç gelme!” demenin farklı bir ifadesi bu.

Köşk’ten geri dönen YÖK Yasası’nın gerekçesinde, dinden arındırılmış bir toplum özlemi Hoca’nın fıkrasındaki üslupla dile getiriliyor. Tarifi yapılan laiklik, ailenin harim-i ismetine kadar giren bir “karşı din”i çağrıştırıyor. “Dinin bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez” demenin başka bir anlamı var mı? Bu ülkede böyle bir din tanımını benimseyecek kişi sayısı binde kaça ulaşır dersiniz?

Tutun ki, yumurtasız omlet misali bir din tanımını kitleye ne edip edip benimsettiniz. Peki, böyle bir tanımı kabullenecek bir din var mıdır yeryüzünde? Bırakınız İslam gibi hayatın tüm alanlarından kendine has sözü olan mütekamil bir inanç sistemini, toplumsal talebi en düşük inanç sistemleri dahi bu kadarına razı olur mu?

Bu gerekçe Sayın Cumhurbaşkanı’na, yani adı “Ahmet” olan birine ait. Bu ad Kur’an’da, hem de Peygamberimize nispetle geçer. Yani “dini” çağrışımı olan bir ad. İsimler bireyin sosyal ilişkilerinde en görünen unsur. Bu durumda kendi adı dahi kendi din tarifine göre sorun teşkil ediyor demektir.

Ama ben Cumhurbaşkanı’nın aynı kaygılarla işi dini tedvir etmek olan “Diyanet”e ses çıkardığını hiç duymadım. Dini bayramlarda resmi tatilden tutun da, cenaze törenlerine varana dek birçok dini görünürlük gerekçede tanımlanan sınırı aşıyor.

Biz tek parti yıllarındaki uygulamaları babalarımızdan dinledik. Samanlıkta Kur’an öğrenildiği, Mushafların tekmelendiği, camilerin buğday silosu ve ahır yapıldığı, tarihi eserlerin kitabelerinin kazındığı yılları. Emin değilim ama gerekçede sanki o yıllara bir özlem varmış gibi geldi. Allah yazdıysa bozsun. Allah bu millete bir daha o acıları yaşatmasın.

Eğer bu özlem gerçekleşmiş olsaydı, tahminim o ki misyonerler hedeflerini 10 yılda 5 milyon Hıristiyan’dan, 10 yılda 70 milyon Hıristiyan’a çıkarırlardı. Bundan hiç kuşkunuz olmasın. Böylelikle Endülüs’ten sonra II. Reconquista (İstirdat/Geri fetih) süreci de tamamlanmış ve Haçlı Seferleri başladığından 900 yüzyıl sonra hedefine ulaşmış olurdu.

İsterseniz araştırın, dinden soğutulan genç kuşaklar arasından Hıristiyanlığı benimseyenler arasında bir tek İmam Hatipli bulamayacaksınız. Bırakın onu, dininin vecibelerini yerine getirenleri bulamayacaksınız. Dolayısıyla Hıristiyanlaştırılanlar Müslümanların kayıpları değildir. Zira üzülerek ifade edeyim ki, Müslümanlar o evlatlarını çok daha önce “seküler misyonerler” eliyle kaybetmişlerdi.

Gelelim “buna da şükür”e. Kazım Karabekir Paşa’nın şu satırlarını okuyun, bakalım bana hak verecek misiniz. Karabekir Paşa hatıralarında aktarıyor:

“Anladım ki, onu yeni bir çevre yeni bir havaya çekmek istiyor. Fakat daha kesin kararını vermiş değil. 18 Temmuz 1923’de bu çevreyle de temasa geldim. Şöyle ki: Ankara istasyonundaki kalem-i mahsus binasına gitmiştim. Anayasa değişikliği müzakeresinin ikinci günü imiş. Benim haberim yoktu. Ben geldiğim zaman müzakere de bitmiş, kısmen de dağılmışlardı. Mevcut üyelerden Tevfik Rüştü (Aras) Bey “Ben kanaatimi meclis kürsüsünden de haykırırım, kimseden korkmam!” dedi. Ben ne konuştuklarını bilmediğim için sordum:

-Nedir o kanaat?

Tevfik Rüştü Bey’in solunda ve benim hemen karşımda oturan Mahmut Esat (Bozkurt) Bey sert bir cevap verdi: “İslamlığın gelişmeye mani olduğu kanaati! İslam kaldıkça yüzümüze kimsenin bakmayacağı kanaati!”

Mustafa Kemal Paşa’yı bu sefer de kimlerin nerelere götürmek istediği görülüyordu. Ben şu mütalaada bulundum:

– …Bu meseleyi istediğiniz kadar tartışabilirim. Fakat tartışmaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, o da din değiştirme gayretidir. Bence İslam kalırsak mahvolmayız, tersine yaşarız; hem de yakın tarihlerdeki misaller gibi, itibar görerek yaşarız, icabında müttefikler bularak yaşarız. Fakat din değiştirme oyunu ile birliğimizi ve selametimizi kırarak bizi mahvedebilirler! ?

Bu sefer Fethi (Okyar) Bey söze karışarak gayet mütehakkim bir eda ile:

-Evet Karabekir, Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça da böyle kalmaya mahkumdurlar!

Gazi başkanlık koltuğunda, Fethi Bey onun solunda idi, ben de hemen onun soluna oturmuştum… Sonra dedim ki:

– Türk milleti ne dinsiz olur, ne de Hıristiyan olur. Hakikat budur. Bir milletin asırlar boyu en mukaddes duygularını bir hamlede atabileceğine inanışınız, objektif bir görüş değil, hülyanızdır! Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdatla başlar ve istiklal harbinin samimi birliğini de birbirine katar. Nerede ve nasıl duracağını kestiremesek bile milli bir dram olacağından asla şüphe edilemez! ?

Mustafa Kemal Paşa sözümü keserek dedi ki: “Müzakere çok hararetlendi, burada kesiyorum!”

Ne dersiniz, “Buna da şükür” demekte haksız mıyım?

 

Yorum Yaz