Câbirî ile baş başa

Papa araya girmeseydi, Faslı mütefekkir M. Âbid Cabiri ile baş başa yaptığımız görüşmenin notlarını geçen hafta siz okurlarımla paylaşacaktım.

Verdiğim sözü bugün yerine getireceğim. Bir rektörün yediği “Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” herzesinin ve generallerin “irtica” nutuklarıyla hangi kötü kokuları bastırdıklarını ele almanın çekiciliğine rağmen, tutacağım sözümü.

Cabiri, İBB’nin düzenlediği bir dizi konferanslar serisinin ilk konuğu olarak İstanbul’daydı. “İslam’ın Yenilikçileri” gibi çaplı bir çalışmaya imza atan sevgili İhsan Eliaçık ile Cabiri gibi bir değeri yan yana getirmek, doğrusu iyi fikir. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ni ve emeği geçen herkesi, buradan kutluyorum.

Cabiri ile kaldığı otelin lobisinde buluştuk. Bir yandan kahvelerimizi yudumlarken, bir yandan da ‘derin mevzular’ etrafında mübahase yaptık. Cabiri’ye niçin işe “akıl eleştirisiyle” başladığını, bu eleştirinin, kadim müktesebatımızın ilk mevzuu “tasavvurat”ı da kapsayıp kapsamadığını sordum.

Müslümanların temel meselesinin epistemolojik, yani bilgiyi üretme, elde etme ve kullanma meselesi olduğunu dile getirdi. “Sorun akılda” dedi ve medeniyetlerin de bir aklı olduğunu söyledi. Bir medeniyetin aklını “Tanrı-insan-tabiat” arasındaki ilişkiyi hangi sıraya göre, nasıl anladığı ve anlamlandırdığı ile açıkladı. Serinin ilk kitabı “Arap Aklının Eleştirisine Giriş”ten başlayıp bugüne kadarki mono-biyografisini özetledi. Ona göre, Müslümanların tarihin nesnesi oluşlarının tek sorumlusu vardı: “Âtıl akıl”. Şunu eklemeyi de ihmal etmedi: “Oysa Kur’an atıl aklı ‘karanlık’ ilan etmiş ve kendi amacını da ‘muhatabını karanlıklardan aydınlığa çıkarma’ olarak koymuştu.”

Cabiri’nin en özgün yaklaşımlarından biri, İslam bilgi sistemlerinin tasnifine ilişkin Kuşeyri’den yola çıkarak geliştirdiği modeldir. Bu modele göre İslam bilgi sistemleri üç başlık altında toplanır: Burhan-beyan-irfan. Burhanın temeli “akıl”, beyanınki “nass”, irfanınki “his”tir. Bir felsefeci olarak Cabiri kendi tarafını açıkça ortaya koyuyor: Burhan. Tabiî ki bu taraftarlık onu ister istemez beyan ve özellikle de irfana karşı konuşlandırıyor.

İçinde itiraz barındıran sorum şuydu: İslam’ın bu üç bilgi sistemini birbirinden kesin hatlarla ayırıp “şu toptan iyi-şu toptan kötü” demek yerine, bu üçlüyü bir hiyerarşi dahilinde uzlaştırmak mümkün değil mi? İlle parçalamak zorunda mıyız? Bu da bir “akıl sorunu” değil mi? Beyan ve irfan bilgi sistemlerinin ihyası ve yeniden inşası mümkün değil mi?

Üstad meseleyi baştan aldı. Sözü İbn Rüşd’e getirerek, İbn Rüşd ile Gazzali arasındaki farkı vurguladı. İbn Sina’nın Gazzali’nin fikir dünyası üzerindeki etkisine atıf yaparak, İbn Sina’yı ve kendi isimlendirmesiyle “mahsus aklı” temsil eden Nişabur mektebini ağır bir eleştiriye tabi tuttu. “Maşriki Felsefe” ile Endülüs’ün temsil ettiği Batı İslam Felsefesi arasındaki derin farka işaret etti.

Ayrışmanın altında bilmediğimiz bir çatışma ve rekabetin olup olmadığını sorduğumda, beni de şaşırtan bir şey söyledi: “Çatışmanın kökleri ta kadim Perslerle Yunanlılara kadar gider” dedi. Tüm Pers-Yunan ve İran-Helen çatışmalarının altında iki aklın rekabetinin yattığını îmâ etti. İskender’in Babil hedefini de iki farklı aklın çatışmasının siyaset arenasındaki tezahürü olarak değerlendirdi. İbn Sina ve Maşrıki Felsefe’nin, bu kadim mücadelenin tarafı olduğunu, buna Hermetik ve İslami miras da dahil edilerek üçlü bir karışım elde edildiğini, bunun da işi içinden çıkılmaz hale getirdiğini söyledi.

Sözün tam burasında, yaşlı ve rahatsız olan Üstad’ı üzmemek için ayaklarımın ucuna basarak ve af dileyerek şu soruyu sordum: “Eserlerinizdeki genel üsluptan sanki iki İslam varmış gibi bir his ediniyorum: Batı İslam’ı-Doğu İslam’ı. Ve siz kendi konumunuzu birinciden yana ve ikinciye karşı olarak konumlandırmış gibisiniz. Bir tür Batıcılık mı? Taksimin bu kadar keskin olması doğru mu?” Üstad hemen itiraz ediyor. Böyle keskin bir ayırım yapmadığını, başkalarında da böyle bir izlenim doğduğunu, fakat bunun bir yanlış anlama olduğunu söylüyor. Bu meselenin üstadın hassas yeri olduğu da böylece anlaşılmış oluyor. Coğrafyacılık anlamında bunun mümkün de olmadığını söylüyor. “Mesela” diyor, “Bağdat’ı Doğu mu sayacağız, Batı mı?” Bağdat kesinlikle Burhan Bilgi Sistemi’nin merkeziydi diyor. Sühreverdi’yi hatırlatıyorum. “O yabancıydı, Bağdat’ı temsil edemez” diyor ve Bağdat’ın yüzyıllar boyunca “âtıl akla” karşı direnişini dile getiriyor. Bağdat’ın rakibini soruyorum; İbn Sina’nın mekanını adres göstererek “Nişabur’du” diyor.

Elbet konuştuklarımızın bir kısmı bende kalacak. Kur’an talebesi olduğumu benden önce öğrenmiş. “Son eserimi gördünüz mü?” diyor. “Duymadım bile” diyorum. Ve tefsir ilmi alanında yeni bir bahis açılıyor ve söz deryasına daldıkça dalıyoruz. Son kitabını odasında imzalayıp getirdiğinde gözlerim parlıyor: Medhal İle’l-Kur’ani’l-Kerim. “Bu ilk” diyor, “Gerisi gelecek”.

Boşuna parlamıyor gözlerim: Böyle dolu bir ömrün hasılatı Kur’an’a hasredilmeli.

Değil mi ki, her kitap bir Kitab için yazılır? İşte, böyle: Perde kapanırken, sahnede mutlaka Kur’an olmalı, Kur’an?

 

Yorum Yaz