Çalınan çocuk bir gün öz ailesini aramaya çıkacaktır

Yeniçeri ordusunun, öz halkı eliyle ilgasına tarih “Hayırlı Vaka” adını vermişti.

Tabi ki bu, tarihin, kendisini ciddiye almayan toplumlara yaptığı en ağır şakalardan biriydi. Ortada sonuçları itibarıyla hayırlı bir vaka falan yoktu. Biz, her zaman olduğu gibi, kendi kendimize gelin güvey olmuştuk. Aldanmıştık.

Aldanmıştık, çünkü “Yeniçeri aklını” ilga etmeden Yeniçeriliği ilga edeceğimizi sanmıştık. Aslında son 280 yıllık Batılılaşma tarihimizde bunu hep yapmıyor muyuz?

  1. Mahmud eliyle kafanın üstüne kavuğun yerine fesi koyunca, kafanın içinin değişeceğini sanmadık mı? Cumhuriyetin ideologları, “gardrob” değiştirmeyi “devrimle” karıştırmamışlar mıydı? Modernleşme projesinin en hızlı yıllarında tarihi eserlerin alınlıklarındaki tuğraları kazımaya kadar varan akıl, aynı akıl değil miydi?

Ezcümle, Yeniçeriliği ilga etmekle Yeniçeri aklı ilga edilmiş olmuyordu. Aksine Yeniçeri aklını, adı Yeniçeri olmayan, hatta bilfiil “seyfiyye sınıfına” bile dahil olmayan kurumlar ve zümreler tevarüs etmişlerdi.

Belki, Yeniçeriliği en büyük tehlike görenler, Yeniçeri aklının yaşayan en büyük mümessiliydiler. Yeniçeriliği ilga ederken dahi o aklı kullandılar. Onun yerine ikame ettikleri kurumlar, tumturaklı adlarla Yeniçeri aklını yaşattılar.

Devşirme sistemini tersine çevirerek sürdürmelerinden de anlaşılıyordu bu. Yani Batıdan devşirme yerine Doğudan devşirme, Müslümanlaştırma yerine Batılılaştırma… “Eski Yeniçeri” kazanı “Şeriat isterük!” diye kaldırırken, “yeni Yeniçeri” kazanı Meşrutiyet yıllarında “Hürriyet isterüz!”, Cumhuriyet yıllarında “Laiklik isteriz!” diye kaldıracaktı.

280 yılda çok şeyin değiştiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz. “Yeniçeri aklı” çöküş sürecinin başından beri hiç değişmemişti. Değişiklik, sadece slogan değişikliğiydi. Değişmeyen ise güç ve otoritenin kutsanarak, hasis bir biçimde tekelde tutulmasıydı. Bu aklın, güç ve otoriteyi “milletle paylaşmaya” bile tahammülü yoktu. Bundan gerisi laf u güzaftı. Her tür ideoloji, inanç, düşünce “güç ideolojisine” yarayışlı hale getirilebildiği, istismar edilebildiği oranda makbuldü. Değilse merduttu.

İslam, bu anlamda “Yeniçeri aklına” fazla imkan sunmadığı için cazip değildi. Onun yerine ikame edilmeye çalışılan “resmi ideoloji” ise, bu anlamda, kendisini kullanacak bu akla hayli imkanlar sunuyordu. Yani, pratikte kullanıma oldukça elverişliydi. Küresel egemen sistemle çabuk tepkimeye girmesi, aktüel değerini de aktırıyordu.

İşte tam da bu noktada şu tespiti yapmak şart oldu: Vahyin, tevhid adalet ve hürriyet temelinde inşa ettiği bir akıl, her ne gerekçeyle olursa olsun, güç ve otoriteyi kutsamaya engel bir akıldı. Bunun içindir ki Müslümanların tarihindeki “gücün kutsanması” istikametindeki yönelişler, hep vahiyden belli oranlarda kopmaların yaşandığı dönemlerin ürünü olmuştur.

Özetle, Yeniçeri aklı, hiçbir türeviyle İslam’ın inşa ettiği bir akıl değildir ve olamaz da. Bu aklın geldiği son nokta, tarihindeki en yanlış noktadır. Hâlihazırdaki Yeniçeri aklı, sadece gücü kutsayan bir aklı değil, “kutsadığı gücü tekelinde tutma uğruna kendi kendisini inkar eden” bir aklı temsil etmektedir. Bu haliyle, çoktan varoluş sebebi olan güvenliğin garantisi olmaktan çıkmış, güvenliği tehdit eder bir hale gelmiştir.

Bu beklenen bir sonuçtur. Çünkü aidiyet bilincini kaybetmenin, başka bir ifadeyle ben idrakinden mahrum kalmanın kaçınılmaz neticesidir bu. İbn Haldun’un kavramlarıyla konuşursak, “asabiye”den mahrum kalmanın bir sonucu. İbn Haldun, devletin kudret ve ömrünü, “asabiye” adını verdiği “aidiyyet taassubuna/tasavvuruna” dayandırıyordu. Bu tasavvur yok olunca, devletin gücü de yok olurdu.

Her tür devşirme sistemi, bu anlamda, asli değil suni bir aidiyyetti. Fıtrata da uygun değildi. Daha doğar doğmaz hastaneden çalınmış bir bebeğe benziyordu.

Ona kendilerini gerçek ana-baba diye tanıtan çift, gerçekte onun ana-babası değillerdi. Gerçek ana-baba olmadıkları farklı vesilelerle açığa çıkıyordu: refleksleriyle, içgüdüleriyle, tasavvurlarıyla, fıtratlarıyla…

Bu anlaşıldığında, yani çocuk gerçek aidiyyetini keşfettiğinde, her iki taraf da ruhsal bir travma yaşadı. Bu derin bir “kimlik krizi” ve “kişilik bunalımı” idi. Ve olan oldu.

İşte Yeniçeri ordusunun hazin hikayesi aslında buydu.

“Neo-Yeniçerileri”, yani “Batının devşirmelerini” bekleyen mukadder akıbet de bu. Onlar da hastaneden çalınan ve ait olmadıkları ellerde, ait olmadıkları bir kültür ve hayat tarzıyla büyütülen bir zümre.

Bir gün gerçekten ait oldukları dünyanın farkına varacaklar. Tarihin bir yasası varsa -ki kesinlikle öyle- bu bir gün kaçınılmaz olacak. Asıllarını keşfettiklerinde tabi ki yeni travmalar ve krizler yaşanacak. Hem kimliği çalınıp aidiyeti değiştirilmiş çocuklar üzerinde, hem de onları kendi aidiyetine geçiren sahte anne-baba üzerinde…

O süreç, en az hasarla atlatılmalıdır. Dahası, mazinin ocağındaki muhteşem közleri istikbalin ocağında daha muhteşem bir ateşe çevirebilmenin hazırlıkları şimdiden yapılmalıdır. Bu ortamı hazırlayacak olan da fikri namus, kapasite, ilgi, liyakat, bilgi ve bilinç sahibi gerçek aydınlardır.

Hepsinden öte, “kendi aidiyyeti sahici ve sahih olan” aydınlar…

 

Yorum Yaz