Cilve-i Rabbânî

Guantanamo’da Müslüman esirlere manevi işkence yapmak için Kur’an-ı Kerim’in yırtılarak tuvaletlere atılması münferit bir vaka olarak geçiştirilemez.

Zaten bu rezaletin ardından yapılan açıklamalar da, bunun bireysel bir vaka olmadığını, aksine planlı ve sistematik bir tavır alışın parçası olduğunu gösteriyor.

Bu rezaletin iki boyutu var. Birincisi olayın muhataplarına ilişkin fiili boyut, ikincisi olayın faillerine ilişkin sembolik boyut.

Görebildiğim kadarıyla, şimdiye kadar olay üzerine yazılıp çizilenler hep birinci boyuta ilişkindi. Bu manevi işkence, muhataplarına etkisi açısından ele alındı ve işlendi. Bununla amaçlanan, Müslüman esirlerin kuvve-i maneviyelerini zaafa uğratmaktı. Onları konuşturmak için tatbik edilen eski ve bildik bir yöntemdi. Dahası, sistematik işkencenin bir parçasıydı ve Guantanamo bir tür “psikolojik harp laboratuvarı”, esirler de bu “harbin kobayları” idi?

Bu tespitlerin her birinde bir hakikat payı var elbet. Fakat bütün bu yaklaşımlar aslında olayın tek bir boyutuna endeksliydi ve olaya muhataplar açısından bakıyordu. Ama bizce olaya bir de failler açısından bakılmalıydı. İşte bu, olayın “sembolik” boyutuydu.

Guantanamo olayının faili, dünya egemenliğine soyunmuş küresel bir gücün ordusu. Teorik olarak, bu küresel gücün attığı her adımı bilerek, hesaplayarak, ölçüp biçerek attığını kabul etmek gerek. Kadim Batı sömürgeciliğinin mirası üzerine baş döndürücü bir bilimsel ve teknik imkanı ekleyiniz. Yeni oryantalizmin sözcüsü olan parlak beyinler, İslam’ı ve Müslümanları bu disiplinin bir nesnesi olarak evire çevire işleyen İslamologlar, kendi alanında en yetkin uzmanlar, satılık ruhlar galerisine vaziyet eden psikologlar ve mankurtlaşmış bir toplum peydahlamanın imkanı üzerine kafa yoran sosyologlar?

Bütün bu donanımlara sahip olan egemen bir gücün, ‘düşman öteki’ ilan ettiği bir dünyanın en ‘tipik’ unsurlarına karşı icra ettiği hiçbir fiil rasgele ve münferit olamaz.

Kur’an’a hakaret, hakaret eden unsurlar açısından ‘sembolik’ bir davranıştır. Kur’an, Müslüman dünyanın değerler sistemi içerisinde bir numaradır. Müslüman bilincinin en yüksek makamında o bulunur. Müslüman zamanının atan kalbidir o. Müslüman mekanının en yükseğine konulmak istenmesi, işte bu bilincin popüler bir tezahürüdür.

Müslüman bilincinin, zamanının ve mekanının en yüksek ve en yüce makam ve mekanında bulunan Kur’an’ı parçalayarak hakaret etme eylemi, semiyotik bir okumayla, “sizden değil sizin değerler dünyanızın kaynağından korkuyoruz” anlamına gelir. Bu rezaleti planlayan aklın dibini ve niyetini gösterir. Bu niyet aynı zamanda, egemen dünyaya karşı direnişin yegane ve sahici kaynağına işaret eder. Bu kaynağın Kur’an olduğunu gösterir.

İndiği dönemde insanlık tarihinin en soylu iman hamlesini başlatan Kur’an vahyi, bu hamleyi farklı zaman ve zeminlerde gerçekleştirebilme potansiyelini hep bünyesinde taşıdı. Korkulan da bu potansiyelin kinetik hale gelmesi, “bi’l-kuvve”nin “bilfiil” gerçekleşmesidir.

İtiraf edelim ki, Müslümanların dostlarını sevindirip düşmanlarını korkutacakları hiçbir fiili gücü bulunmamaktadır. Ne ilmi, ne siyasi, ne askeri, ne ekonomik alanda küresel bir aktör değildirler. İyi de, durum bu olmasına rağmen, egemen güçler neden Müslümanlardan korkmaktadır? Neden küresel hasım ilan etmektedir? Neden tüm medya ve iletişim organlarıyla “İslam korkusu” pompalamaktadır?

Korkulan Müslümanlar değildir. Müslümanların korkulacak bir güçleri yoktur. Egemenlerin, İslam coğrafyasına hakim olan naylon devletlerden ve onların sipariş yönetimlerden isteyip de alamadıkları bir şey yoktur. İşlerini bitirip, ağızlarını silmelerinin üzerinden neredeyse bir asır geçmiştir. Siz söyleyin; mesela bu ülkeden ne istemişler de alamamışlardır? Bir yolla alamadılarsa başka bir yolla almışlardır. Kahramansız alamadılarsa ‘kahraman yaratarak’ almışlardır. Ali ile alamadılarsa Veli ile almışlardır. Akıllı ile alamamışlarsa, deli ile almışlardır. Sivillerden alamadılarsa, üniformalılardan almışlardır.

Onlar bir tek şeyden korkmaktadırlar: İslam’ın “kamil insan” yetiştirme potansiyelinden. İslam’ın kâmil (mükemmel değil) insanına karşı hiçbir şeyleri kâr etmemektedir. Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş insanı teslim alamayacaklarını bilirler. İnsanı baştan çıkaran cazip oyuncaklar icat etmişler, fakat bunların bile kâr etmediğini görmüşlerdir. (Guantanamo işkenceleri arasında yer alan “adet kanı sürme” ve açık-saçık kadın sorgucularla esirlerin cinselliğini kışkırtma tacizini hatırlayınız. Sahi, 11 Eylül olaylarının baş kahramanlarının striptiz kulübünden çıkıp “şehid” olma inancıyla ölüme gittiği söyleyen de bunlar değil miydi? !!!) Bunun nedenlerini araştırdıklarında, muhatabına özgüven ve direnç yükleyen bir “değerler sistemi” ile karşılaşmışlardır. Bu değerler sisteminin kaynağındaki Kur’an’ı fark etmişlerdir.

İşte onlara Kur’an’ı parçalatan, ona karşı hakarete yeltenecek kadar kendilerini hırçınlaştıran şey budur. Ve bu davranış, çaresizliğin eseridir. Bir hitap (kelam) karşısında onların bu kadar çaresiz kalmasını, ‘sözün gücünün gücün sözünü bastırması’ olarak görmek gerek. Bu umutları artırmalı. Sadece hakaret ederek Müslümanlara ne sayesinde “üstün” olacaklarını tersinden gösterdikleri için değil, aynı zamanda Allah’ın kendisine düşman olanları bile nasıl kullandığını gösterdiği için.

Buna eskiler “cilve-i Rabbânî” derlerdi. Cilve-i Rabbânî’yi görüp de, Allah yokmuş gibi konuşmak olur mu? Allah yokmuş gibi konuşmak günahtır.

 

Yorum Yaz