83 yıl önce-83 yıl sonra

Devşirme…

Önceleri biz devşirmiştik Batı yakasının cins kafalarını. Onların içerisinden birçok sadık yönetici çıktı. Kimi zaman ihanet edenler de oldu.

III. Ahmet döneminde Batı hayranlığıyla başlayan yabancılaşma, II. Mahmud döneminde yepyeni bir dönemece girdi. Doğunun cins kafa Müslüman çocukları, kendine yabancılaşan Osmanlı yönetici kadroları tarafından -medeniyetin beşiği- Fransa’ya gönderilmiştiler.

Niçin?

Elbette devşirilsinler için. Anlayacağınız, iş tersine dönmüştü. İslam’ın cins evlatlarının kafaları ve kalpleri yıkanarak Batı’dan ülkelerine birer -devşirme- olarak döndüler. Artık onlar Batı’nın yeniçerileriydi…

Hepsi de, ırzına geçen zorbaya âşık olan ahmak kız sendromuna tutulmuştular. Batı’da gördükleri her şeye körü körüne hayran olmuş, kendi öz kimliklerinden ise nefret eder hâle gelmiştiler.

Batılı gibi yemeye, batılı gibi giymeye, batılı gibi tüketmeye, batılı gibi yaşamaya başlamış ve fakat yine de hiçbir zaman Batılı olamamıştılar. Leylek olmaktan

Artık onlar ne Müslüman ne gayr-ı müslim idiler. Ne Doğulu ne Batılıydılar. Ne yabancı ne yerliydiler. Duyguları karışık, düşünceleri karışık, hayatları karışık, tasavvurları karışıktı. Kişilikleri parçalanmış, kimlikleri kaybolmuş, imanları kundaklanmış, inançları çalınmıştı.

Önce Genç Osmanlı idiler. “Hürriyet, hürriyet!” diyorlardı. Abdülmecid’e Tanzimat’ı ilan ettirdiler. Abdülaziz’i katlettiler. Abdülhamid’i korkusuna tutsak ettiler. Küfrettikleri padişah onları hem sürdü, hem de maaşa bağladı. (Sonrasıyla kıyaslayın!)

Sonra “terakki” ve “müsavat” sloganlarını “hürriyet”in yanına eklediler; İttihat ve Terakki koydular adını. Selanik meydanında padişaha küfrettiler, İstanbul’u basıp padişahı tahtından edince her biri bir padişah oldu.

Astılar, Meclis bastılar, kestiler, soydular, vurdular kırdılar. Kimse hesap sormadı.

Milyonlarca kilometre karelik Osmanlı toprağını yangın yerine çevirdiler. 8 yılda avuç içi kadar Anadolu dışında koskoca İmparatorluğu param parça edip erittiler.

Ellerinde yönetecek devlet, zulm edecek millet, soyacak hazine kalmayınca her biri bir tarafa sıvışıp gittiler. Talat Paşa Berlin’de bir kör kurşuna gitti. Enver Paşa “Büyük Turan” hayallerinin ardında telef oldu. Cemal Paşa Tiflis’te vuruldu.

Gittiler de bitti mi?

Ne gezer!

İttihat ve Terakki’nin lanetli ruhu, bu milleti her batırışında başka bir isimle, başka bir suratla hortluyordu. Ama daha o zamandan bazıları onların bittiğini sandı. Bunlardan biri de Refik Halid (Karay) idi. Bugün köşeme, Refik Halid Bey’in bundan tam 83 yıl önce İttihat ve Terakki’nin üçlü çetesinin ülkeyi terk edişlerinin ardından yazdığı bir yazıyı taşımak istiyorum:

Efendiler nereye?

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir acı kahvemizi içmeden; efendiler nereye?

Yaz başlarında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız bir takım tahtakurular çıkar, iğne gibi vücudumuza batar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı, şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahta kuruları nereye?

Ücra dağ başlarında, gözleri ateşli, dişleri keskin, tüyleri dimdik aç kurtlar vardır. Köpeksiz sürülere dalarlar, etrafa kan kemik saçıp, mideleri dolu inlerine koşarlar… Galiba çoban göründü, köpekler havlıyor: Tok kurtlar nereye?

Kedisiz evlerde fareler vardır. Kilerlere girerler, dolaplara dalarlar, şunu bunu kemirip sağa sola koşuşup başköşede gezerler, bir patırtı olunca deliklere girerler. Galiba koku aldınız. Kedi geziyor: koca fareler nereye?

Dul annelerin haylaz çocukları vardır? Sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp tefeciye satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar… Galiba foyanız meydana çıktı. Yakanız ele geçecek: Ziyankâr evlatlar nereye?

Vurdular, kırdılar, yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler, kızdılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar. Memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar. Eli sopalı, beli palalı, gözü kapalı paşalar damdan dama nereye?

O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğri, ağızlar kilitliydi. Gel diyordunuz, halk karnını yerde sürüye sürüye ezile büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. Git diyordunuz kapıya kendini dar atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu.

… As deyince sıra sıra darağaçları kurulur, yak deyince alev alev meşaleler tutuşur, bas deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü. Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilayet vilayet dolaştınız. Ali’ye çattınız, Veli’yi bastınız, Ahmet’i kazıdınız, Mehmet’i kavurdunuz, beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden ziyafet çektiniz.

Muhalif mi? Al aşağı. Muharrir mi? Vur başına… A padişah heveslileri… Şam’da, Halep’te az daha adınıza hutbe okutup, isminize para bastıracaktınız!

Yenilik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır hepsi sizdeydi. Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye? Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadarete, meyhaneye iskemlesinden bir basışta nezarete (bakanlık), tulumbacı koğuşundan bir hamlede valiliğe eren bu türediler: nereye gidiyorlar?

Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim ceplerimize kağıt tıktılar. Halk sersefil cami avlularında yatarken çiftlikler aldılar, kâşâneler yaptılar. Açlıktan ölenlerin lokmasını ağzından çalarak haspalara ziyafet çektiler. Susuzluktan kavrulanların testisini aşırıp havuzlarını doldurdular…

Halk sokaklarda pösteki kemirirken, onlar konaklarda ebabil beyni yediler, kuş sütü içtiler. Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler. İşte milleti artık büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar. Zira damarlarımızda bir damla kan, kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı yakalarına yapışır, öcümüzü alırdık. Hâlbuki kollarını sallaya sallaya yüzümüze tüküre tüküre gittiler!

Aşk olsun, at da size yaraşır, meydan da! Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye sormadık. Yarın sizin bize: Ölümlerden ölüm beğen” demek artık hakkınızdır.

Lâyığımız olan paşalar! Topumuzun kellesini kesmeden nereye?”

Giden miden olmadı aslında. Sadece isim ve cisim değiştirdiler.

Bu yazının üzerinden tam 83 yıl geçti.

Siz söyleyin, ne değişti? Kuklacıya değil de kuklaya baktığımız sürece, değişen pek bir şey de olmayacak.

( 09 Nisan 2001 )

 

Yorum Yaz