Çok şey mi istiyoruz?

Önce tabiatın depremiyle sarsıldık.

Şairi olmayan şiir, hakimi olmayan hüküm, banisi olmayan bina, sânii olmayan sanat, halıkı olmayan mahluk, muharriki olmayan hareket olmaz dedik ve gerçek muharriki aradık.

Kimi zaman kamera ve kalem zoruyla, kimi zaman silah zoruyla dayatılmış tüm sahte gündemleri güneş görmüş kar gibi bir çırpıda eritiveren sahici gündem, olanca sarsıcılığı ve dehşetiyle, gelip yüreklerimize oturdu.

Depremi, depremle verilen mesajı, depremin altında kalan devleti tartışırken, tartışılan etkili ve yetkili kurumlardan birinin tepesi, sahici gündemi değiştirmek, tartışılan devleti ve onun layüs’el ve layuhti kurumlarını tartışma dışı bırakmak için, demokrasinin kurallarını zorlama pahasına bir çıkış yaptı.

Bu bir kontr-deprem denemesiydi ve depremin yüreklerdeki ve zihinlerdeki etkisini sıfırlayıp, ülkenin dikkatini tekrar sentetik gündemlere çekme amacını taşıyordu. Bu gündem değiştirme teşebbüsü daha baştan prematüre doğmuştu ve ikinci günde dağın fare doğurduğu anlaşıldı.

Oysa arzdaki deprem gün geçtikçe azalsa da, yüreklerdeki ve zihinlerdeki deprem sürüyordu. Aralarında İHH’dan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne, Nazım Hikmet Vakfı’ndan Mazlum-Der’e, farklı inanç ve ideolojilere mensup 99 örgüt, sahici gündem olan depremi, “sivil toplum”un öne çıkarıldığı bir devlet yapılanması için “milat” olarak deklare ediyordu. Bu da, zihniyet alanında bir “artçı depremdi” ve belki de depremin şer gibi görünen hayırlı meyvelerinden biriydi.

Türkiye, asıl artçı depremi 6 Eylül 1999 Pazartesi günü yaşadı. Bu günü tarihe müstesna bir sayfa olarak geçirecek olan, adli yılın açılışı münasebetiyle Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un verdiği “demokrasi muhtırası” idi. Sami Selçuk’un konuşması, ülkenin gittikçe kararan ufkunda görünen bir fecir ışığı gibiydi. Gerçek bir zihniyet depremiydi. Umarım, uyuşan şuurları uyarır, uyuyan idrakleri uyandırır.

Yargıtay Başkanı, bir feryadı andıran konuşmasında bu ülkeyi şöyle tanımlıyordu: “Ülkeme bakıyorum, birbirine sırtını dönmüş iki ayrı Türkiye görüyorum.” Başkan birinci Türkiye’ye “halkın Türkiye’si” diyor: “Dipdiri, capcanlı, hep ayakta…” İkinci Türkiye’yi ise bakın nasıl tanımlıyor: “…her şeyi geriden izleyen, kendisinin üretip devletleştirdiği yazılı hukuka göre halkıyla mahkemelerde sürtüşen, halkına güvenmeyen, hep içe doğru patlayan, yayılan, genişleyen, birinci Türkiye’ye yetişemeyen, hastalık irisi hantal bir devlet. Bu ikinci Türkiye’dir, yanlış ve öykünmeci Türkiye’dir.”

Yani Türkiye Türkiye’ye karşı… Önemli olan bu mücadeleyi “halkın Türkiye’si mi kazanacak, “hastalık irisi hantal Türkiye” mi? Bu sorunun cevabı, biraz da bu sesin yankısına bağlı. Bu ses yalnız kalmamalı. Göller bölgesinde bir adadır bu ses. Denize düşürülmüş koca bir halk yılana sarılmasın isteniyorsa, bu adalar çoğalmalı, bin olmalı, binler olmalı.

Fakat bunu yapmak için “hiç kimselerden oluşan bir toplum” olmaktan, “zararsız ama yararsız” bireylerden oluşan bir yığın olmaktan kurtulmak, özgürlüğünü namus bilen, ona tecavüzü namusuna tecavüz gibi algılayan bir toplum olmak gerek.

Sayın Selçuk diyor ki: “İnsanlar devletleştirilemiyordu, öyleyse devlet insanlaştırılmalıdır.” Bu ülkeyi yöneten siyasi akıl, hala insanlarını devletleştirmeye çalışıyor; yürekleri ve zihinleri, duyguları ve düşünceleri devletleştirmeye, onları kendi kalıplarına göre yontmaya ve zimmetine geçirmeye çalışıyor.

Düşünen insana kuduz köpek muamelesi yapılması bundandır. Hala kitabın, kasetin, daktilonun, bilgisayarın, emniyet tarafından teşhir edilen zanlılarla birlikte suç aleti diye gösterilmesi bundandır. Yazı yazdı, konuştu, şiir okudu, oyun sahneledi, eleştirdi, benim sevdiğimi sevmedi, muhalefet etti, alternatif sundu diye süründürülen insanlar, hukukun üstün olduğu bir devlette “tehdit” olarak değil, “zenginlik” olarak algılanır, el üstünde tutulurlardı. Hukukun üstünlüğünün olmadığı bir yerde “üstünlüğün hukuku” olur diyor Yargıtay Başkanı. İşte hakkımda açılan sekiz davanın tek açıklaması.

“Adaletteki kirliliği temizleyen bir madde, şimdiye kadar bulunamamıştır” diyor ve tek tip insan yaratma sevdalılarının olduğunu şu sözlerle açıklıyor: “Mussolini, Hitler, Stalin, Franko, yalnızca milyonlarca cana değil, insanlığımıza, onurumuza da kıydılar. Hepsi de tek biçimli insan yaratma histerisiyle kendilerini Tanrı’nın yerine geçirdiler. Akıllarının ürettiği tek gerçeği topluma dayattılar. İnsanların yataklarına uzun gelirse ayaklarını kestiler, kısa gelirse ayaklarını uzatmaya yeltendiler. Kimileyin de insanları parçalara ayırdılar, sonra bu parçaları yeni biçimler altında birleştirip kendi insanlarını yaratmak istediler. Her totaliter rejim gibi bir meyve koparmak için ağacı devirdiler. Özgür birey yok oldu. Ortada yalnızca tek bir efendi kaldı. Bu devletti… Geriye ise her efendinin gerek duyduğu köleler. Bireysiz devlet çaldığı dişlerle ısıran hain bir yaratık olup çıktı.”

Yarın, Yeni Şafak’ta R. Tayyip Erdoğan için yazdığım “Sevgili Başkan” yazısından dolayı mahkemem var. Mahkemeye savunma olarak bu konuşmayı vereceğim; çünkü brifinglerde fink atarak üstünlerin hukukunu savunan sözde hukukçuların yüzünü kararttıkları hukukun yüzünü ağartan bu metin, ben ve benim gibi tüm düşünce mağdurlarını savunan bir metindir.

Yargıtay Başkanı Sami Selçuk, bu tarihi çıkışıyla, göller bölgesinde bir ada oldu. Git git zifirileşen bu ülkenin ufkunda, bir fecir gibi beliren bu konuşmanın bir “fecr-i kazip” değil de bir “fecr-i sadık” olması, bu sesin yapacağı yankıya bağlı. Herkes bu sese ses katmalı, bu ses bütün ülkenin katılımıyla bir çığlık olup, hukukun üstünlüğü önündeki engelleri yıkmalı ve Cumhuriyet’in demokrasiyi değil demokrasinin Cumhuriyeti yönetmesi sağlanmalı.

Hukuk, adalet ve özgürlük istemekle, çok şey mi istiyoruz yoksa?

( 8 Eylül 1999 )

 

Yorum Yaz