Çuvaldızı kendimize batırmak

Akit’in promosyon olarak dağıttığı Allah Akılla Bilinir isimli kitap hakkında aldığım birçok soru ve tepkiyi özetleyen duyarlı bir okuyucumuz, bizim mahallenin sakinlerinin “romantizminden” şikayetçi.

Köylülüğümüzü (‘bedeviyyet’ anlamında) romantizmimiz mi besliyor, romantizmimizi köylülüğümüz mü; ona bir karar veremedim, ama bu şikayete ben de aynen katılıyorum. Diyor ki okurumuz: “Konu evrim teorisi gibi çoğu Müslümanın -nedense- hayati bir mevzu olarak gördüğü bir konu olunca ilgiyi cezbetti. Gazetelerimiz de, kitapla bir biçimde muhatap olanlar da, aleyhte bir kitap olarak bildikleri için hiç itirazsız desteklediler onun dağıtımını. Kitabın evrim teorisiyle ilgili olan kısmı da ciddi mahzurlar taşımasına rağmen, sonunda yer alan “okunduğunda dünyaya bakış açımızın kökten değişeceği” iddia edilen “uyarı” isimli bölüm tam bir facia…’

Bu mesajlar, o güne kadar hiç ilgimi çekmeyen, esasen, bana antipatik gelen ismini duyunca gayri ihtiyari tebessüm ettiğim bu kitabı bir aboneden temin edip, naçar göz gezdirmek zorunda kaldım. Okuyucularımın mesajlarına ilk elde, fazla ciddiye alıyorsunuz, tepkisini veriyordum. Fakat kitaba göz gezdirdikten sonra, onlara hak verdim.

Meğer biz yokmuşuz da, bundan haberimiz yokmuş(!)

İşte, kitabın sonlarında yer alan “Maddeye Farklı Bir Yaklaşım” başlıklı bölümün “leitmotifi”ni veren, kitabın savunduğu tezi tamı tamına destekleyen “nass”.

“Kendilerini gördüğümüz ve dokunduğumuz için, bize algılarımızı verdikleri için nesnelerin varlığına inanırız. Oysa algılarımız sadece zihnimizde var olan fikirlerdir. Şu halde algılar aracılığıyla ulaştığımız nesneler fikirlerden başka bir şey değildirler ve bu fikirler zihnimizden başka yerde bulunmazlar zorunlu olarak… Bütün bunlar mademki sadece zihinde var olan şeylerdir, öyleyse evreni ve şeyleri zihnin dışında varlıklar olarak hayal ettiğimizde, yanılmaların içine düşmüş oluyoruz demektir… Öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur.” Kitabın “İmanlı/imansız herkesin peşinen kabul etmesi gerektiğini” söylediği teorinin dayandığı “nass” George Berkeley’e aitmiş. AnaBritannica Berkeley maddesinde “Önceleri “bilinçli şeyler” dışında hiçbir şeyin var olmadığını düşünüyordu. Üzerinde bir kez daha düşününce “cisimlerin de varlığından” kuşkusu kalmadı” bilgisini veriyor, fakat kim dinler. Berkeley bu görüşünden çark edip “Ben bu görüşe katılmıyorum”, “Eşyanın varlığını sorgulamıyorum” diyerek kendi görüşüne dahi sahip çıkmazken, ondan yüzyıllar sonra birilerinin çıkıp bu sözleri “Bugün bilimin de kanıtladığı kesin bir gerçek”(!) diye sunması hayli eğlenceli.

Eğlenceli, çünkü bu satırlarda “kesin” konuşan yazar, bir yaprak sonra bu kadar emin değil, “gibi”li konuşuyor: “Bazı düşünürlerin ‘insan bir hayaldir’ aslında bütün yaşananlar geçici ve aldatıcıdır, ‘bu evren bir gölgedir’ şeklindeki sözleri günümüzde bilimsel olarak kanıtlanıyor gibidir.”

Kitabın başlarında “Yokluktan Varlığa” diye bir başlık açılmış, fakat sonuna geldiğinizde, bu başlık ters dönüyor ve kitap kendi kendini yalanlıyor: “Ama dış dünyaya hiçbir zaman ulaşamadığımıza göre, bu dünyanın gerçekten var olduğunu nasıl bilebiliriz?” Soru bile bir âlem, ama cevap daha âlem, bir o kadar da kesin: “Elbette ki bilemeyiz.” Ya, öyle!

Kitap, Allah’ı akılla ispatlayacak ya, “göklerdeki ve yerdeki deliller”e dikkat çekiyor; bal arılarına, balinalara, “sivrisinekteki tasarım”a, ağaçkakana, “kuş tüylerindeki tasarım”a, “dağların görevi”ne, “parmak izinin görevi”ne… İyi, iyi de, sonunda bütün bu delillerin “hayal” olduğuna “bilimin kesin gerçeği” olarak inanmamızı isteyen de aynı kitap; gel de şaşma. Üzücü olan ne biliyor musunuz? Bütün bu hesabı verilmemiş hipotezlerin arasına sos olarak Allah’ın ayetlerinin yerli yersiz serpiştirilmiş olması.

“Hakaiku’l-eşya sabitetun…”

Evet, yüzyıllardır Müslümanların akidede el kitabı olarak taşıdıkları, Nesefi Akaidi bu cümleyle başlar: “Eşyanın hakikati sabittir, onlarla ilgili insan bilgisi gerçektir; sofizmin aksine…”

Çünkü kadim Yunan sofistleri eşya hakkında hiçbir kesinliğin olmadığını iddia ediyorlar, her şeyi bir bilinmezliğe, “miş gibi”ye, “hayale” ve “evhama” dönüştürüyorlardı. “Sen de haklısın, sen de haklısın” mezhebini meşrulaştırarak aslında “hakk”a en büyük saldırıyı gerçekleştiriyorlardı. Göreceliği mutlaklaştırıyor, hakikatı “safsata” ve “mugalataya” indirgiyorlardı.

Eski Yunan’ın eskimiş “sofizmi”, rasyonalist, pozitivist ve materyalist zeminde yükselen modernizme alternatif olma iddiasıyla çıkan post-modernistlerin elinde “rölativizm”e dönüştü. Liberalizmin “homo ekonomikus”u elbette “görececi” olacaktı. İyi de, biz Müslümanlara ne oluyordu da, Batı’nın bitpazarı mamullerini matah bir mal gibi, allayıp pullayarak yeşil bohça içinde Müslümanlara pazarlamaya kalkışıyorduk?

Eğer, eşya ve onun hakkındaki bilgilerimiz gerçek değilse, helalin ve haramın ne anlamı var? Eşyanın gerçek olmadığı bir hayatın yasası, kuralı, ilkesi olur mu? İyi ve kötü, hak ve batıl, mutlaka eşyanın gerçek olduğu bir zeminde anlamlıdır. İlahi yasalar da öyle. İşte İslam alimleri, son tahlilde Müslümanları hiççiliğe ve ahlaki normsuzluğa götüreceği için “alem hayaldir” diyen Vahdet-i Vücud düşüncesine şiddetle karşı çıkmışlardır. Nitekim bu felsefeyi istismar eden Abdülkerim el-Cili gibi isimler imanla küfrün, hakla batılın görece farklı fakat gerçekte bir olduğunu iddia edebilmişlerdir. (bkz. İnsan-ı Kamil) Bu durumda, zulümle adalet bir olmaz mı? Yine bu istismarcılar arasından, yasakların göreliliği gerekçesiyle her türlü haramı ve cinsel sapıklığı meşru görenlerin varlığını Şehristani el-Milel’inde uzun uzun anlatır.

Daha İslam ilahiyatının “varlık nazariyesi”nden haberdar olmayan, vacip-mümkin ve muhal kategorisini bilmeyen, “ayan ve araz”dan haberdar olmayanlara, kim, ne zamandan beri “İsbat-ı vacip” ihalesini verdi?

Etmeyin yahu.

( 20 Eylül 1999 )

Yorum Yaz