Deprem, edebiyatını da getirdi

Akabe Vakfı, geçtiğimiz Cumartesi akşamı depremi “ibret” ve “hikmet” boyutuyla bize yeniden yaşattı.

Halkla İlişkiler Komisyonu Kültür Birimi’nin hazırladığı “Kıyamet Provası” isimli program, eminim ki, hayli kalabalık izleyicinin yüreğinde, benim yüreğimdekine benzer duygu fırtınaları estirdi.

Gecede, ses sanatçıları, depremle ilgili en yeni eserlerini ve kliplerini sergilediler. Şairler, henüz yayınlanmamış şiirlerini okudular, depremi merkezinde ve en ağır biçimde yaşamış depremzedeler hatıralarını anlattılar, dramatizasyon gösterileri sunuldu.

Orada fark ettim ki deprem, kendi edebiyatını da ortaya çıkarıyordu. Bunun güzel bir örneğini, geçtiğimiz günlerde izledik: Bekir Sıtkı Sezgin Hoca’ya ait gerçekten hoş ve içe işleyen bir güfte ve bestenin bir hanım sanatçı tarafından yapılan yorumu ekranlarda boy gösterdi. Sezgin Hoca depremi işlediği bu güftesinde, “kubbeler sallanır, mihrap hu hu der”, “direkler sallanır, teller hu hu der” diyerek, depremi ibret ve hikmet nazarıyla bir “metin” gibi okumayı denemiş ve kendi yürek aynasına yansıyanı dile getirmişti.

Ardından, Haksöz dergisinin kapağında bir depremzede olan Şair Bünyamin Doğruer’in şiirini okuduk. En güzel deprem şiirlerini elbette depremi bire bir yaşamış şairler yazacaklardı; bundan daha doğal ne olabilirdi ki? Doğruer’in şiiri de, içerden yaşanmış bir musibeti, bir şair duyarlığı ve şiir diliyle gözler önüne seriyordu.

Bu tür felaketlerin, bir yanıyla acı, bir yanıyla ibret verici hatırasını sanat eserleri kadar hiçbir şey ölümsüzleştiremez. Bayburtlu Zihni (1795-1859), kendisini unutulmazlar arasına sokan o ünlü koşmasını, memleketini tıpkı bir deprem gibi harabeye döndüren Rus İşgali’nin ardından söylemişti. Şu yürekten kopup gelen dizeler, deprem niyetine de okunabiliyor:

Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş

Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı

Câmlar şikest olmuş meyler dökülmüş

Sâkîler meclisten çekmiş ayağı

Lâleyi, sünbülü, gülü hâr almış

Zevk u şevk ehlini âh u zâr almış

Süleyman tahtını sanki mâr almış

Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

Ömer Karaoğlu’nun, stüdyodan henüz çıkmış, buğusu üzerinde tüten “Âfet” isimli eseri ve klibi de, Zihnî’nin ölümsüz koşması gibi, deprem ibretini ebedileştirecek bir eser olmaya aday görünüyor. Geceye katılanlar bu klibi gözyaşları içinde izlediler. Mikail’in ve Bestami Korkmaz’ın eserleri de bir o kadar duygu yüklüydü.

Depremi ölümsüzleştiren şairler kervanı içerisine, yeni kuşağın en yetenekli şairlerinden Fatih Okumuş da katılmıştı. Aslında bugün köşemin tamamını, henüz tamamlanmamış olan ve kendi kendini yazmayı sürdüren bu güzel şiire ayırmayı düşünüyordum, fakat ne yazık ki sadece bir kısmını buraya alabileceğim.

Sözü Fatih’e bırakıyorum:

Bir filin karınca ordusunu

Ezmesiydi gördüğüm

Onun gözünde oyuncakmış meğer

Benim sahici evlerim

Zelzele kıyametin provasıdır

Toprağın ödünç verdiğini geri almasıdır

Cebrail’in kanadını kaldırması

İsrafil’in suru ile oynamasıdır

Bir çift kızını kurban veren annenin

Çadırının önüne oturup

Derinlere dalması

Konuştuğunuzda sizi duymamasıdır

Evladını yitiren bir babanın

Yerin altıyla üstü arasında

Kararsız kalmasıdır

Aklını canlarının yanında bırakan

Başka bir annenin

Cenazeler gömüldükten sonra bile

Enkazdan sesler duymasıdır

Zelzele

Sapanca Gölü’nün altındaki

Minareyi bilen babanın

Oğullarının diktiği apartmanın

Beş arşın kalmasıdır

Zelzele

Kendi ellerimizle yaptıklarımızın

Dönüp bizi bulmasıdır

Her şeyin sağlamının

Ayakta kalmasıdır

( 13 Ekim 1999 )

 

Yorum Yaz