Din eğitimini tartışmak (2)

Kalite sorunu, sadece din eğitimi alanına hasredilemez. Bu, Türkiye’nin eğitim sistemini ilgilendiren genel bir sorundur.

Osmanlı sonrası oluşturulan yeni düzenin, en iddialı olduğu alandır eğitim. Bu boşuna değildir. Çünkü “çağdaşlaşma projesi” adı verilen toplum mühendisliğinin tepeden inmeci ve otoriter karakteri, bir savaş aracına dönüştürülen ideolojik eğitime bel bağlamıştır. 1920 ve 30’lu yıllarda seçilerek Avrupa’ya gönderilen cins kafa memleket çocuklarından istenen görev de budur: Milleti millete rağmen adam etmek.

Bu yaklaşım, özünde seçkincidir. Bu nedenle çağdaşlaşma projesinin mimarlarının bütün bir ülkenin eğitim düzeyini yükseltmek gibi asal bir amaçları olmamıştır. Böyle bir hedef, resmi paradigmaya aykırıdır. Bunun toplum mühendisliğini sulandıracağı kanaati hakimdir. Öğütülebilecek kadar bir sayı eğitilmelidir. Ama öğütülemeyecekse, asla eğitilmemelidir de. Sonra başa iş açabilir.

Bu kafayla yürür mü? Nitekim yürümedi de. Bugün eğitimde bu ülkenin geldiği vahim nokta ortada. Eğitim kalitesi açısından Türkiye, yükseköğrenimde Tanzanya’nın gerisinde bulunuyorsa, işte bu yaklaşım yüzündendir. Akademik unvanlarını bilim hırsızlığıyla elde etmiş eğitim bürokrasisinden, başörtülü öğrenci kovalamak yerine bilimsel başarıları kovalamayı beklemek abes olurdu sanırım.

Kalite açısından, genel eğitimde Türkiye’nin gelişmiş ülkelere nispeti neyse, Türk eğitimine nispetle din eğitiminin kalitesi de üç aşağı beş yukarı odur. Yani din eğitimindeki kalite sorunu, diğer eğitim alanlarına göre çok daha vahim boyutlardadır.

Bunun görünürde üçayağı var: Hoca, talebe ve müfredat/kitaplar. Bu üçünü tek soruna irca etmek gerekirse, bunun adını “insan unsuru” koyabiliriz. Nihayetinde dünün talebesi bugünün hocası, bugünün talebesi de yarının hocasıdır.

Din eğitiminde diğer eğitim alanlarına nispetle çok vahim düzeyde yaşanan kalite sorununun temelinde, hastalıklı ve çarpık din-devlet ilişkileri yatar. Devletin dinin yakasını neden bırakmadığını ve Türkiye’de devlet eliyle veriliyor gibi yapılan din eğitim ve hizmetlerinin, aslında “resmi hizmete mahsus” bir din yaratmak ve yaşatmak üzerine kurulduğunu, önceki yazıda dile getirmiştim. Belli yaşın üstündekiler tarafından mevcut durum dahi “buna da şükür” diye karşılanırsa şaşmam. Mevcut çarpık din-devlet ilişkilerini bile, geçmişte olanlara kıyasla bir kazanım sayanlar çıkarsa, bunu da anlayışla karşılarım.

Neydi geçmişte olanlar? Dinle ilgili herkesin ve her şeyin ötekileştirilmesi ve aşağılanmasıydı. Mahut projenin mimarları, dini ve dindarları gözden düşürmek için ellerinden geleni yaptılar. Bundan din eğitimi verenler ve alanlar da nasibini aldı. Osmanlı bakiyesi en yetkin alimler bile işsiz, hatta aç bırakıldı. Öyle ki, geçinebilmeleri için eski zaman dilencileri gibi un, bulgur, yağ vs. toplandı. Din ve dinle ilgili herkes ve her şeyin itibarına nişan alındı. Tiyatro, sinema, basın bunun için kullanıldı. Siz Türk tiyatrosunda, sinemasında, karikatüründe adam gibi bir imam tiplemesine kaç kez rastladınız?

Bütün bu itibarsızlaştırma operasyonunun tek amacı vardı: “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorulan bir tek cins kafa çocuğun “İlahiyatçı, din alimi, müftü, vaiz, imam olacağım” dememesi. Fakat bu da sökmedi. Halk İmam Hatip Okulları’nı yaptı, açtı ve çocuğunu gönderdi. Mütegalibe sınıfı buraya kadar ses çıkarmadı. Fakat ne zaman ki İmam Hatip’ler üniversite sınavlarında ülke birincilerini çıkarmayı, başarı listesinin tepesine tırmanmayı başardılar, o malum düdük öttü. İtibarsızlaştırma politikası iflas etmişti ki, 28 Şubat silindiriyle başa dönüldü.

İtibar deyip geçmeyin. Din eğitiminin kalitesi elbet ona itibar edenlerin kalitesidir. Şu tarihi örnek buna güzel bir örnektir. Bir Osmanlı Şeyhülislamına “Pederiniz Beylerbeyi payesiyle askeriye (seyfiyye) sınıfına mensup olduğu halde siz nasıl oldu da ilmiye sınıfına intisap ettiniz?” diye sorulur. Cevap şudur: “Henüz küçük bir çocuktum. Konağımızda sık sık toplantılar olur, fakat babam her toplantıda hep en fazla tazim gören kişi olurdu. Ben de o güne kadar “Büyüyünce babam gibi olacağım” derdim. Bir gün konağımıza herkesin “hocam” dediği koca kavuklu bir amca geldi. İlk defa babamı, bir başkasının elini öperken gördüm. Babam da dahil herkes ona tazim gösteriyordu. Anladım ki o amca babamdan da büyüktü ve ben o yaştan sonra “Büyüyünce hoca olacağım” dedim.

Bir zamanlar öğrencisi olduğum fakültenin şimdilerde dekanı olan hocamız, o zamanlar şöyle bir anısını nakletmişti: “İstanbul YİE’de okurken, talebe derneğinde görevliydim. Yüksek İslam Enstitülerinin Fakülte olması için bir dizi girişim başlattık. Bu çerçevede zamanın başbakanının armatör kayınpederine de gittik ve talebimizi ilettik. Şu ibretlik cevabı aldık: Çocuklar! Sizin çok cahil kalmanızı istemiyoruz. O zaman saçmalıyorsunuz. Fakat sizin çok iyi yetişmenizi istediğimizi de kim söyledi?”

Aslında Bay kayınpederin söylediği, devletin din eğitimi konusundaki resmi politikasının özetiydi. Diyeceksiniz ki: Kalite sorununun tek suçlusu resmi politikalar mı? Bunda, çocuklarından birini her türlü karalamaya rağmen din eğitimine tahsis edecek kadar bu alana ilgi duyanlar dahi pay sahibi. Neden çocuklarının en cins olanını değil de, çoğunlukla vasatın altında kalan ve başka yeri tutturamayanını bu alana reva görürler?

İşin bu boyutuna da önümüzdeki yazıda değinelim.

Yorum Yaz