Din eğitimini tartışmak (3)

Ben buna “Kabil kompleksi” diyorum. Nedir “Kabil kompleksi”? Kişinin, sahip olduklarının en değersizini Allah’a layık görmesi.

Vahyin üzerinde çok durduğu Allah için vermekle sınanmanın önemi de buradan kaynaklanıyor. Habil gibi sahip olduğunun en iyisini vermek de var, Kabil gibi sahip olduğunun en kötüsünü vermek de. Aslında sınanan sizin Allah karşısındaki duruşunuzdur. Bu sayede, Allah tasavvurunuz deşifre edilip gözünüzün önüne konulmuş oluyor.

Yahudi muhatapların kişileştirilmiş ve sınırlandırılmış bazı yamuk Tanrı tasavvurları üzerine Kur’an şu “sitemde” bulunur: “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler”. Allah’ı hakkıyla takdir etmek, nimetin kadrini bilmekle mümkündür.

Din eğitiminin kalite sorunuyla bu söylediklerimin ne ilgisi var?

Var efendim, hem de çok yakından ilgisi var. Bir ülkenin cins kafa çocuklarının hiç itibar etmediği bir alanda kalite sorununu çözmek tabi ki olmayacak iş. Bunun kitap ve devlet ayağını önceki yazılarımda dile getirmeye çalışmıştım. “Kabil kompleksi” dediğim şey, din eğitimindeki kalite sorununun üçüncü ayağından başkası değil.

Genç adaylar, elbette kendilerince haklı nedenlerle eğitimde öncelik sırasını din dışı alanlara veriyorlar. Zaten, bütün cins beyinler din eğitimi alanına yönelsin diyen de yok. Bu olmayacak şey. Fakat eğitim alanları arasında bu konuda bir oran adaletinden de söz edemeyiz. Nitelikli insan unsuru açısından, din eğitimi aleyhine oluşan bir dengesizlik bu.

Bu dengesizliği, din-devlet ilişkilerindeki çarpıklık ve dine karşı hasmane tavır körüklüyor. Bu hasmane tavrı referans alarak durumdan vazife çıkaran medya, sinema, tiyatro vb. gibi bazı sektörler körüklüyor. Onların dümen suyunda giden bazı derin kurum ve kuruluşlar körüklüyor. Misal çok: Dini alanda tahsil yapmış bir babanın çocuğu olmak bile, milletin cebinden el bebek gül bebek beslenen bazı resmi kurumların okullarına girememeniz için sebep teşkil ediyorsa, gerisini siz düşünün.

Geriye milletin kendisi kalıyor. Evet, din eğitimi alanındaki kalite sorununu yine “derin millet”in kendisi çözecek. Tıpkı kendisine karşı kaç zamandan beri yürütülen yabancılaştırma projesini boşa çıkardığı gibi, o projenin devamı olan dinden uzaklaştırma projesini de boşa çıkaracak. Bu ülkede din eğitimine yapılan üvey evlat muamelesinin -hafif kaldıysa siz münasip bir tabir bulun- doğal bir sonucudur din eğitimi alanında yaşanan kalite sorunu.

Peki, millet nasıl çözecek?

Çocukları arasından en cins olanların, her şeye rağmen bu alanda eğitim görmesini sağlayarak. Bu konuda Kabil kompleksiyle değil, Habil duyarlılığıyla davranarak.

Din eğitiminde kalite sorununun çözümü yolunda milletin katkısının ilk adımı bu. Fakat gerisi de var ve bu eğitimin genel sorunu: Örgün eğitime “aşırı anlam yüklemekten” vazgeçmek. Modern zamanlarda örgün eğitime yüklenen anlam, bir ‘modern çağ hurafesi’dir.

Tüm eğitim ve öğretim süreçlerini örgün eğitimin nahif ve zayıf omuzlarına zorla yüklemek, ulus devlet olgusuyla paralel bir sürecin eseridir. Çünkü ulus devletler, okulu bir ulus yaratma laboratuvarı olarak kullanmayı keşfettiler. Tepe tepe de kullandılar. Bu nedenle “eğitimli” olmayı “okullu” olmakla eşitlediler ve okulluluğu tekellerine aldıkları imkanlarla ödüllendirip aksi durumu cezalandırdılar. Okul adlı atölyeler, taze yürekler ve kafaların, eldeki şablonlara göre kesilip biçileceği en münasip yer olarak algılanmıştı.

Ulus devletlerin örgün eğitim konusundaki abartıları, aslında vatandaşlarının iyi eğitimli olmalarını istemekten çok, onları planyadan geçirmekle alakalıydı. Dünyadaki aksi gidişata rağmen, Türkiye’de devletin eğitim konusundaki aşırı kıskançlığının sebebi budur. Yine her alanda terk ettiği “devletçilik” ilkesine, eğitim alanında sonuna kadar sıkı sıkıya sarılmasının nedeni de budur. Adem-i merkeziyetçiliğin moda olduğu bir çağda, eğitimde aşırı merkeziyetçi bir yapıyı savunup, bunun için YÖK gibi bir “eğitim politbürosu”nu memleketin başına bela edenlerin amacı, sanırım şimdi daha iyi anlaşılmıştır.

Elbette örgün eğitim, eğitimin sacayaklarından biridir. Ama örgün eğitimin yukarıda saydığım mahzurları yanında, üstün yeteneklilerle yeteneksizleri eşitlemeye dayalı sakat yaklaşımından kurtulmak için “özel eğitim” bir panzehir ve alternatif olarak kullanılmalıdır.

Aile her zaman eğitimin bir numaralı ocağı olmak zorundadır. En sağlıklısı budur. İşi bilen aileler örgün eğitim/öğütüm kurumlarında okuttukları çocuklarının körpe dimağ ve yüreklerini, sık sık anti-virüs taramasından geçirmeleri gerektiği unutmazlar.

Eğitimin üçüncü ayağı, yaygın eğitimdir. Bu alan, din eğitimi alanında yaşanan sorunların çözümünde kullanılabilecek verimli bir alandır. İslam’ın en kapsamlı kullandığı eğitim modeli de budur. Cuma namazları aslında en harika yaygın eğitim örneğidir. Vakit namazları, bayram namazları, hac ve diğer ibadetler de öyle. Şariin, dört rekatlık öğle farzının yarısını Cuma günü için hutbeye ödünç vermiş olması, İslam’ın yaygın eğitime verdiği değerin bariz göstergesidir. Fakat 1400 yıllık bu yaygın eğitim araçları, günümüzde asli işlevinden fersah fersah uzaklaşmıştır. Bilinçli-bilinçsiz, tahribe uğramıştır. Görme özürlü İbn Ümmi Mektum fırtınalı ve yağışlı günlerde refakatçisi olmadığı için cemaate gelmeme izni istemişti. Nebi bu izni ona vermedi. Meğer savaş zamanlarının Medine valisini yetiştirirmiş. Bu sonradan anlaşıldı. İşte ibadetlerin sunduğu yaygın eğitim imkanı.

Şimdi söyler misiniz; bu ülkede, suya-sabuna dokunmadan eğitim tartışılabilir mi?

Yorum Yaz