Din-siyaset ilişkisi üzerine

Bakılsın. En büyük hak ihlalleri, servet ve gücün temerküz ettiği alanlarda yapılmaktadır.

Özellikle de servetin temerküz ettiği ve paylaştırıldığı alanlar. Kur’an’da “devlet” (dûleten) sözcüğünün geçtiği tek ayetin, servetin kimi ellerde temerküz ederek güç ve iktidara dönüşmesini yasakladığı hatırlanmalı (59.7).

Yabancılaşmış yönetici seçkinlerin musallat edildiği Türkiye gibi ülkelerde, servet ve gücün temerküz ettiği iktidar alanı, kendini sistemin sahibi olarak gören unsurların tekelindedir. Bu da, paylaşımdaki haksızlığı, hırsızlığı, arsızlığı, yüzsüzlüğü ve zulmü artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

O halde, servet ve gücün temerküz ettiği alanlar, ahlaka en çok muhtaç olan alanlardır. Bizim gibi iktidarın halksızlaştırıldığı ülkelerde bu ihtiyaç, halkıyla barışık ülkelerden kat be kat daha fazladır. Dinden ve imandan bağımsız bir ahlak sistemi düşünülemeyeceğine göre, bu ülkede dine yönelik her saldırı, ahlaka yönelik saldırıdır. Bu ise, dolaylı bir biçimde zalimin zulmüne katkı sağlarken, mazlumun da daha fazla ezilmesine yol açmaktadır.

Bir “yönetme sanatı” olan siyaset, özellikle Türkiye’de, servet ve statünün paylaştırıldığı tek alan haline getirilmiştir. Bunlara talip olanlar, siyasete üşüşmüşlerdir. Sonunda siyaset, toplumun ahlaki bakımdan en sorunlu tabakasının tasallutuna uğramış, adeta bile isteye yozlaştırılmıştır.

Servet ve gücün paylaştırıldığı alanlardan dini ve dine dayalı ahlaki değerleri kovmanın getireceği sonuç, doğal olarak budur. Çaresi, siyasete kaybettiği ahlaki değerleri yeniden kazandırmaktır. Bunu yapacak kadrolara olan ihtiyaç, bugün her zamankinden daha fazladır.

Bu kadroların düşmemeleri gereken vartalardan biri “dini siyasileştirmek”tir. Hepimiz biliyoruz ki, İslam salt siyasal bir öğreti değil insanlığın değişmez değerlerine verilen isimdir. Kur’an siyasal bir manifesto değil, Allah’ın insana tenezzül buyurarak talim ettirdiği ilahi bir kılavuzdur. Hz. Peygamber bir siyaset önderi değil, bir ebedi kurtuluş rehberidir…

İslam tarihinde imametin saltanata dönüştürülmesinin en tehlikeli sonucu, dinin siyasileştirilmesi olmuştur. Meşruiyetini aldığı halktan kopan iktidar, meşruiyet açığını dinden yırttıklarıyla kapatmaktaydı. Emevi hanedanının durduk yerde fanatik “kaderci” kesilmeleri bunun bir örneğiydi.

Ünlü alim Hasan Basri, Emevi halifelerinden Abdülmelik’e yazdığı o ölümsüz mektubunda, bu tehlikeyi sezmiş ve uyarmıştı. Yezid, önüne getirilen Hz. Hüseyin’in kesik başını, acılı kız kardeşine göstererek Allah’a şöyle iftira ediyordu: “Onu Allah öldürdü!”

Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur, ellerinde Ebu Hanife’nin kanı olduğu halde geldiği Peygamber mescidinde, İmam Malik’e, peygamberin kabrine dönüp dua etmenin hükmünü sorup sahte dindarlık gösterisi yapıyordu.

Osmanlı’nın en büyük hatası, kendisinden öncekilerin geleneğini sürdürerek dini devletin vesayeti altına almasıydı. Bu nedenle devletten bağımsız dini kurumlar gelişmedi. Osmanlı’nın cesedine, dini kurumları da diri diri sararak defnetmelerinin nedeni buydu.

Cumhuriyet de Osmanlı’yı taklit etti. Dini, iktidarın vesayetine teslim etti. Bu ise, dinin kendi varlığını siyasetten bağımsız bir biçimde koruyacak ve geliştirecek özerk müesseseler kurmasını engelledi. Tabi ki bu, dini siyasal iktidarların istismarına açmak demekti. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda bakanlık müsteşarının bulunmasını “yargının siyasallaşması” olarak gören zihniyet, her ne hikmetse, en yüksek düzeyde dini temsil makamı verdiği Diyanet İşleri Başkanı’nın, “Tapu Kadastro Genel Müdürü” yetkisinde bir bakana bağlı bürokrat olmasını “dinin siyasallaşması” olarak görmedi.

Bu düpedüz dini siyasileştirmekti. Bakmayın siz malum kesimlerin “Din istismar ediliyor!” söylemlerine. Bu söyleme sarılanlar “dini istismar etme tekeli bizim elimizdedir; başkasına koklatmayız” diyemedikleri için ortalığı velveleye veriyorlardı ve bu yaygaranın kendisi en çirkin bir istismardı. Üstelik bu istismarı yapan siyasi kadrolar “Dinime dahleden bari müselman olsa” dizesini hatırlatırcasına dinle imanla ilişkisini kesmiş, bunu da açıkça ilan etmiş kadrolardı.

Dini siyasileştirmenin karşı kutbunda, “siyaseti dinsizleştirmek” yer alıyordu. Üstelik bu din, İslam gibi “siyaseti ibadet, ibadeti siyaset olan bir din” idi. Onlar dini iktidarlarının koltuk değneği olarak kullanabildikleri kadar kullanacaklar, bir yandan da onun işlevsizleşmesi ve ölü bir kurum haline gelmesi için var güçlerini harcayacaklardı. Artık işe yaramaz hale getirdiklerine kani olduklarında ise, müstamel bir eşya gibi çöpe atacaklardı.

Din bu iki sapmaya da meydan okuyarak, kendi doğal ve özgün mecrasında ilerledi. Dini siyasileştirenlerden ve siyaseti dinden arındırmak isteyenlerden bağımsız, “sivil” bir varlık kazanma yolunda hayli mesafe aldı. 28 Şubat, adeta dinin bu doğal seyrini aksatmaya, eğer becerebilirse durdurmaya yönelik bir “darbe” idi.

Değilse, Türkiye’nin batısında cami yapımı engellenirken doğusunda uçaklardan ayetli hadisli bildiri dağıtmanın bir açıklaması olabilir miydi? Şimdi ise, MGK’da “tarikat ve mezhep önderleri”yle (!) ilişkiye geçilip rejimin yanına çekildiği dile getiriliyor…

“Mezhep önderleri”yle nasıl ilişkiye geçildiğini doğrusu ben de merak ediyorum. Mesela İmam Ebu Hanife, İmam Şafi, İmam Cafer vd. gibi mezhep önderleriyle ilişkiye geçmek için “Geçilecek… geç!” komutu yetmeyebilir. Ölülerle irtibat kuracak özel bir teknoloji geliştirildiyse, ondan da bizim haberimiz yok.

Sözün özü, bu ülkeyi yöneten akıl, dini siyasal bir manivela olarak görmekten vazgeçip, onu rahat ve özgür bırakmayı denemeli…

 

Yorum Yaz