Dini Kim Öğretecek?

Kartel medyası kural tanımazlığını ve hiçbir ahlaki standarda sahip olmadığını, vahşeti istismar eden yaklaşımıyla bir kez daha gösterdi. O dibi karanlık terörün kurbanlarının sırtından İslam düşmanlığı pazarlamayı tercih ederken, İçişleri Bakanı bir yaraya parmak basıyor ve dinin doğru öğrenilmesi ve öğretilmesi için herkesi yardımcı olmaya çağırıyordu.

Son olaylar nedeniyle, devletin dine sorunlu yaklaşımının bir ürünü olan “dinin doğru öğrenilmesi” problemi yeniden gündeme geldi.

Kartel medyası kural tanımazlığını ve hiçbir ahlaki standarda sahip olmadığını, vahşeti istismar eden yaklaşımıyla bir kez daha gösterdi. O dibi karanlık terörün kurbanlarının sırtından İslam düşmanlığı pazarlamayı tercih ederken, İçişleri Bakanı bir yaraya parmak basıyor ve dinin doğru öğrenilmesi ve öğretilmesi için herkesi yardımcı olmaya çağırıyordu.

İçişleri Bakanı’nın bu çağrısının temellerinde yatan “otoriter” ve “tek tipçi” yaklaşımı bir an için görmezden gelirsek, çağrı doğru bir teşhise dayanıyordu. O teşhis bu ülkede din eğitim ve öğretiminin problemli bir alan olduğu, dahası dinin yanlış öğretildiği idi.

Peki, dini yanlış öğreten kimdi? Bu soruya doğru cevaplamak için Türkiye’de dinî eğitim ve öğretim tekelinin kimin elinde olduğuna bakmak yeter. Bu tekel elbette devletin elindeydi.

Devlet, din eğitimi ve öğretimi alanında daha baştan Tevhid-i Tedrisat yasasıyla tüm sivil alternatifleri yok etmişti. Bir yöntem olarak “tevhid-i tedrisat”ın, din-dünya gibi kartezyen yaklaşımları reddeden İslam’ın temel felsefesine daha uygun olması bir yana, o dönemde faaliyette olan sivil dinî kurumların acınılası halleri de bilinmekteydi.

Fakat dinî öğretimin merkezi olan medreseler ve ahlaki eğitimin merkezi olan tekkeler kapatılırken, yüzyılların birikim ve tecrübesi de bir gecede sıfırlanıyordu. Tepeden batılılaştırma politikasını benimseyen yönetici seçkinler bu kurumları rehabilite etmeyi akıllarına dahi getirmediler. İçi boşalmış bu geleneksel kurumların mevcut halleriyle doldurduğu bir boşluğun olduğu görülmek dahi istenmemişti.

Devlet, bu kurumların geride bıraktığı boşluğu önceleri Diyanet aracılığıyla doldurmaya çaba sarfetti. Tabii ki bu arada, dinî alanı da kendi belirlediği koordinatlar içerisinde şekillendirmeye kalktı. Halkın talebi ve ihtiyacı bastırılamaz hale gelince İmam-Hatip Okullarını açtı. Böylece tüm dinî eğitim devletin kontrolü altına girmişti ve din eğitim ve öğretiminde devlet tekeli rakipsiz sağlanmış oldu.

Ne ki, devlet dini kontrol altına almak için kurduğu Diyanet’e dahi güvenmediğini 28 Şubat süreciyle bir kez daha ortaya koydu. Devletin dini kontrol aracı olarak kullandığı Diyanet’in, henüz bir teşkilat yasası dahi yok. Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre Diyanet’e hakaretin devletin diğer kurumlarına hakaret gibi görülmeyip suç telakki edilmediği mahkeme kararlarıyla tescil edilmiş bulunuyor. Diyanet’in öz malı olan T. D. V.’nin şu anda incelemeye alınan vakıflar arasında olduğunu biliyor musunuz? Bu vakfın yurt dışına doktora için gönderdiği öğrenci kontenjanına müdahale ediliyor, haksızca kısıtlamalara gidiliyor. Diyanet kitabevlerinde satılan kitaplara dışardan talimatla yasaklar konuluyor, diyanetin kendi kitapları bile bu uygulamadan nasibini alıyorsa, varın gerisini siz düşünün.

İç tehdit değerlendirmesinde İslam’ı birinci tehdit olarak tanımlayan konseptin sahibi 28 Şubat, devlete bağlı okullar arasında bulunan İmam-Hatipler’e ve Kur’an Kursları’na karşı savaş açarak, dinî eğitim veren yasal kurumları da devre dışı bıraktı.

Şimdi, bütün bu gerçekler ortadayken biri çıkıp da dinin yanlış öğretildiğini söylüyorsa, burada kimi suçlamalı.

Diyanet ve İmam-Hatipler de sanık sandalyesine oturtulunca, artık “dinin yanlış öğretilmesinden” değil, “dinin hiç öğretilmemesinden” söz etmek gerekecek.

Oysa ki din fıtri/varoluşsal bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacının farkına varan her birey, kendi tercihi istikametinde, kendisi ve terbiyesiyle yükümlü olduğu kişiler için dinî eğitim ve öğrenim almaya hak sahibidir. Örgütlenme ve kurumlaşma da bu hakka dahildir. Bir sistem insanın varoluşsal ihtiyaçlarından bir ya da birkaçını inkar üzerine kurulmuşsa, bu sistemin hukukiliğinden önce insaniliğini sorgulamak gerekir.

Bu ülkede insanların ençok cahili oldukları alanın hangisi olduğunu öğrenmek istiyorsanız, elinde kalem her Allah’ın günü insanlara akıl veren aydın makulesini din ile ilgili her hangi bir konuda konuşturunuz. O zaman anlayacaksınız din alanında yaşanan cehaletin vahametini.

Hoş, istisnaları olmakla birlikte, insanlara dinlerini öğretmekle görevli olan, -bunu çok iddialı kabul etsek bile- en azından dini eğitim almış din hizmetlilerinin, imamların, vaizlerin durumu da yukardakilerden pek farklı değil. Bu zümrelerin din tasavvurlarından tutun da dini insanlara aktarış biçimlerine kadar her alanda ciddi bir irtifasızlıkla karşı karşıya olduğu bir gerçek.

“Ya akademisyen ilahiyatçılar?” dediğinizi duyar gibiyim?

Sözün burasında dolmuşların arkasındaki yazıyı hatırladım: “O Şimdi Asker.” Bir avuç gayretli ve sorumluk sahibi ilahiyatçı akademisyenin dışında kalan çoğunluk tam bir kapalı havza toplumuna dönüşmüş durumda. Batıda “scantism” denile onmaz hastalığa tutulan hocalarımızın en büyük kusuru sözlü gelenekten nasiplerini almamış olmaları.

Niçin ve nasılını da gelecek hafta ele alalım.

Yorum Yaz