Ciğeri kediye emanet etmek ya da “milli öğütüm”

Muhatabım, İstanbul merkez vaizlerinden bir dost. Nezih bir mekanda üç-beş kişi buluştuk, dertleşiyoruz.

Söz genç neslin göz göre göre manevi bir soykırıma tabi tutulmasına geliyor. Muhatabım söze giriyor ve bu yakınlarda Sultanbeyli’de sınıf arkadaşını bıçaklayarak öldüren 14 (veya 16) yaşındaki genç katille görev için gittiği tutukevindeki diyalogunu naklediyor:

-Baban namaz kılar mı?

-Hayır, hiç kılmaz.

-Ya annen?

-Hayır, o da kılmaz.

-Pişman mısın?

-Niye pişman olayım ki? Bir kişiyi öldürmekle dört kişiye can verdim.

-Nasıl yani?

-Onun organları dört kişiye verildi.

Vaiz dostum “Bir an durakladım” diyor, “ne diyeceğimi bilemedim”.

Aslında gelinen bu nokta sürpriz değil. Hatta “münferit vaka” sayılarak malum medyanın yaptığı gibi, olaya standart bir “üçüncü sayfa haberi” muamelesi yapabiliriz. Malum, üçüncü sayfa haberleri, magazin sosuyla bulanmış cinayet haberleridir.

Bu ülkede işlenmiş en büyük cinayetin ta kendisi olan malum medya, Sultanbeyli’deki Aydos Lisesi’nde gerçekleşen bu cinayet olayına da âdî bir “asayiş vakası” olarak baktı. Daha doğrusu, bakmamızı istedi. Bu, tabii ki delil karartmaktı. Delil karartmaktı, çünkü daha bıyıkları terlememiş bir oğlan çocuğunun sınıf arkadaşını hunharca katletmesinde malum medyanın da payı vardı. Ama en büyük pay, hiç kuşkusuz, Cumhuriyet döneminde bir din gibi benimsenen pozitivist ve materyalist eğitim politikalarınındı.

Aynı günlerde bir başka okulda 13 yaşındaki bir ilköğretim okulu öğrencisi, kız yüzünden arkadaşını bıçaklamış. Bir başka yerde ilköğretim okulu çetesi öğretmene sopa çekmiş. Bir diğerinde, öğrencisi öğretmenini taciz etmiş. Ötekinde, öğretmeni öğrencisine tecavüz etmiş. Uyuşturucu kullanma yaşı 12’ye inmiş. Bir ilkokulda anket yapılmış, son sınıftaki erkek çocukların hemen hepsi “alet” taşıyormuş.

Böyle devam edip gidiyor.

Bunlar sonuçlar. Sebepleri tartışmadan sonuçları tartışmak, çalıyı tepesinden sürümektir. Bu hiçbir şeyi halletmez. Aksine, asıl suçluları gözden saklar. Teşhis yanlış olur. Teşhis yanlış olursa, tedavi yanlış olur.

Peki, nedir asıl mesele?

Asıl mesele “değer”, “kimlik” ve “kişilik/şahsiyet” meselesidir.

Bu ülke rotasını Batılılaşmadan yana kırdıktan sonra kendi öz değerlerine sırtını dönmüştür. Bu Batılılaşmanın Avrupa Birliği süreciyle hiçbir alakası yoktur. Bugün yaşadığımız Avrupa Birliği süreci, bir sonuçtur. Ne temel tercihle, ne konseptle alakalıdır. Stratejik bile değildir. Sadece teknik ve taktik bir meseledir, o kadar.

Bu ülkeye temel tercihi dayatanlar, bu dayatmayı yapalı neredeyse bir asır oldu. Bu ülkenin bin yıllık rotasını, tam ters tarafa döndürdüler. Fetih için yürüdüğü Avrupa’ya, kul köle ettiler. Bu toprakları kadim kıblesinden çevirdiler. Yüzünü hep kıbleye dönmüş olan bu milletin, sırtını kıbleye döndürmek için zor da dahil her yolu denediler.

Bunu becerebilmenin temel şartı eğitimdi. Onlar da işe eğitimden başladılar. Çünkü bir milletin geleceği, genç kuşaklarıydı. Bunun için 1926’dan sonra Milli Eğitim’in kıblesini belirleme işini Batılılara ihale ettiler. İsviçreli, Fransız, Alman, Belçikalı Hıristiyan ve Yahudi eğitimcilerin eline verip, alın ne yaparsanız yapın dediler. Böyle bir eğitim sisteminin adını “milli eğitim” koymaları yok mu, insan ne güleceğini biliyor, ne ağlayacağını!

Fiyaskoyla neticelenen Köy Enstitüleri projesinin amacı buydu. Oralar “damızlık insan” yetiştirecekti. Bu damızlıklarla bu ülkeyi dönüştüreceklerdi. Olmadı. Karma eğitime, laikliğin “amentü” maddesi gibi bunun için sarıldılar. Biliyor musunuz, şu günde, İstanbul’da bir özel lise, erkek öğrencisi yok diye soruşturma üzerine soruşturma geçiriyor.

28 Şubat kamçısıyla kabul ettirilen “kesintisiz cinayetinin” sebebi de aynı, İmam-Hatip liselerine olan kinin sebebi de. Kur’an kurslarına olan husumetin temelinde de bu var, 15 yaşın altındakine getirilen Kur’an öğrenme yasağının temelinde de?

Ne diyordu genç katil: “Pişman değilim”.

Asıl üzerinde durulması gereken nokta bu. Yoksa herkes hata yapar, günah ve suç işleyebilir. Ama vicdan sahibi hiç kimse, işlediği cinayeti savunmaz. Pişman olur. Tevbe eder. Dikkat edin, bunu yapmak için lazım olan bir şey var: Vicdan.

Laisizm ve sekülerizm de, pozitivizm de, materyalizm de birer ideolojidirler. Hiçbir ideoloji muhatabında bir vicdan inşa edemez. Vicdanı ancak “inanç sistemleri” inşa eder, din inşa eder. İnançsız ve Allah’sız bir eğitimle buraya kadar. Ektiklerini biçiyorlar.

Çocuğunu kurda kuşa yem etmek istemeyenler, çantalarına beslenme yerine yüreklerini koyarak göndersinler okula. Allah’ın kendilerine emaneti olan çocuklarını okula değil, Allah’a emanet etsinler. Bunun yolu, onları sağlam bir iman ve şahsiyetle donatmaktır.

Yorum Yaz