Diyanet’in itibarı

“Eğer vali benden Vasıt mescidinin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O haklı-haksız hüküm verecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün değil!”

Bu sözler tarihe “en büyük imam” olarak geçmiş olan Ebu Hanife Numan b. Sabit’e ait.

İmam Azam, bu cevabı Emeviler’in ünlü Kûfe valisi İbn Hübeyre’nin şu teklifi üzerine vermişti:

“Üzerine imza koymadığın hiçbir yasa yürürlüğe konmayacak. Sen izin vermeden devlet hazinesinden bir tek kuruş çıkmayacak!”

Tekliften ve verilen red cevabından da anlaşılacağı gibi, Emevi halifesi adına Kufe valisi tarafından İmam’a en yüksek yargı makamı teklif ediliyordu. İmam, reddetmesi durumunda başına gelecekleri bildiği halde, bu teklifi şiddetle reddetti.

Kendisine diğer alimler tarafından hayli rica edildi. Bu teklifi reddetmesi halinde can güvenliğinin bile bulunmadığı hatırlatıldı. Fakat o, bütün bu ricalara şu cevabı veriyordu:

“Bu dünyada cezalandırılmak, ahirette cezalandırılmaktan evladır. Yöneticinin beni öldürmeye gücü yeter, fakat tekliflerini kabul ettirmeye asla!”

İbn Hübeyre bu görevi kabul ettireceğine dair yemin etmişti. Emeviler’e daha fazla düşman kazanmamak için İmam’ın ölümüyle sonuçlanacak bir ceza istemiyordu. Yukarıdaki rivayetleri kaydeden İmam Ebu Hanife’nin en çaplı ilk biyografilerini kaleme alan Mekki ve Kerderi, valinin şu sözünü de kaydederler:

“Onu ikna edecek biri yok mu? Hiç değilse benden süre tanımamı istesin. Ve bu arada beni ikna edici bir çare düşünerek yeminimden kurtarsın.”

Emeviler gitti Abbasiler geldi. Yeni yönetim de aynı teklifle geldi. Bu kez teklifi yapan bizzat Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur’du. En yüksek yargı organının başı olmayı teklif ediyordu. İmam’ın Halife’ye cevabı şu oldu:

“Eğer beni görev teklifi için buraya çağırdıysan bilmelisin ki ben bu işi yapamam. Bu işi yapacak kimse dirayetli olmalı; size, ordu komutanlarına ve diğer yüksek makam sahiplerine söz dinletebilecek, hukukun gereğini yaptırabilecek güce sahip olmalıdır. Gerektiğinde sizin, şehzadelerinizin ve yüksek rütbelilerin aleyhinde hüküm verebilmelidir. Buna ise benim gücüm yetmez.” (Mekki s. 191)

Her red cevabına karşılık ısrar daha bir şiddetlenip işin içine tehdit de karışınca, İmam Halife’nin yüzüne beraber şunu söylemek durumunda kalacaktır: “Senin etrafındaki insanlar kendi keyiflerine göre hüküm verecek birini istiyorlar. Fakat ben bunu asla yapmam; isterseniz beni Fırat’a atıp boğmakla tehdit edin; karar sizin aleyhinize olsa da, o kararımı geri almam. Siz de buna razı olmazsınız. Bu iş olmaz…”

80 yaşındaki İmam’ın akıbetini biliyorsunuz: Bu teklifi reddettiği için hapsedildi ve teklifin reddi mevcut yönetimi red anlamına alındığı için de içeride zehirlenerek hayatına son verildi. O, vasiyetiyle de “Büyük İmam” olduğunu isbat etmişti:

“Beni gasbedilmemiş bir toprağa gömün!”

Birazcık uzayan bu tarihi hukuk mücadelesini burada noktalayıp, asıl konumuza dönebiliriz.

Geçen haftaki yazımız, halkın Diyanet’e güvenmekte tereddüt göstermesinin sadece “normal” değil, din sağlığı açısından aynı zamanda “şart” olduğu tesbitiyle bitiyordu.

Evet, Diyanet, sistemin dini baskı ve kontrol altında tutma çabasının bir aracı olmadığını isbat edinceye kadar, bu böyle olmaya devam edecektir.

“Ben Hanefi mezhebine mensubum” diyen herkes, işte yukarıda hayatından birkaç kesitin dile getirildiği İmam’ın bağlısı olduklarını iddia etmiş oluyorlar. Ve bu ülke müslümanlarının kahir ekseriyeti Hanefi mezhebine mensup. (Her ne kadar bu mensubiyet bir çokları için lafta kalan içi boş bir mensubiyetse de).

Peki, ya bu ülkedeki dînî bürokrasinin tepesinde oturanların Büyük İmam’a kıyasla konumları ve durumları nedir?

Bırakınız böylesine bir celadeti, en haklı oldukları meselelerde dahi adına hareket ettikleri müslümanların ve mensubu oldukları din olan İslam’ın onurunu koruduklarına kendileri kaniler mi?

Sayın Başkan’la yapılan söyleşiyi okumuş olanlarınızın, bu soruma bıyık altından güldüklerini görür gibiyim.

Zor bir durum. Allah yardımcıları olsun. Biz onları ve içinde bulundukları sıkıntılı durumu anlamaya çalışıyoruz. Sanırım onlardan da bu ülkenin itilip-kakılan, ezilip-horlanan mağdur mü’minlerini anlamaya çalışmalarını istemek en doğal hakkımız.

Ve bir şeyi daha: Din hakkında dinsiz ve imansızın her çeşidi ahkam keserken, namaz-ve ezan hakkında ömründe cami cemaat yüzü görmemiş namazsız-niyazsızlar ekranlarda ve gazete köşelerinde saçmalarken susmayıp gerekeni söylemelerini…

Göreceksiniz, o zaman Diyanet de itibar kazanacak, mensupları da.

Din mi? O itibarını sahibi olan Allah’tan alır. Onun bizim kazandıracağımız itibara ihtiyacı bulunmamaktadır.

 

Yorum Yaz