Dua fidanını, tevbe tarlasına, özeleştiri ikliminde dikme zamanı

Tabiatın olduğu gibi, ahlakın da “zorunlu” yasaları vardır.

Bu yasalar, zamana ya da zemine göre değişmezler. Onlar, her zamanda ve mekanda geçerlidirler. Ne ki bu yasaların zorunluluğu, doğa yasaları gibi “icbar edici” anlamına gelmez; bu zorunluluk “ahlaki davranışın” kaçınılmaz gereği olarak “manevi” bir zorunluluktur.

Söz konusu yasalar, insanlık destanı boyunca insanlığın değişmez değerleri olan İlahi vahyin satırlarında ve satır aralarında, insanlığın önderleri peygamberlerin sözlerinde ve hayatlarında, bilge insanların dillerinde ve bin yılların imbiğinden süzülerek insanlığın ortak tecrübesi halini almış halk irfanına ait özdeyişlerde görülebilir.

Bunların en ünlülerinden biri “Kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina etme!” tavsiyesidir. Bir başkası “Men dakka dukka!” Arap özdeyişidir ki, Anadolu’da bu özdeyiş farklı bir muhtevayla “Eden bulur” biçiminde yerleşmiştir. Ebette, bunların en ünlüsü, Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar birçok kutlu ağza mal edilen ve doğrusu her güzel sözlüye yakışan “Kendin için istediğini başkaları için de iste!” düsturudur.

Tarih şahittir ki, gövdesini kurtarmak için kolunu rüşvet veren hiç kimse, gövdesinin de hayrını görmemiştir. Yine sabittir ki; bir bütüne ait parçalardan biri, varlığını diğer parça ya da parçaların yokluğu üzerine bina ediyorsa, bundan başta kendisi, bütünü oluşturan tüm parçalar zarar görür. Bu sözleri anlamak için “Müminler, sadece ve sadece kardeştirler!” Kur’an’i prensibinin ve “Tüm Müslümanlar bir vücudun azaları gibidirler” Peygamberi düsturunun “elde var bir” olarak göz önünde bulundurulması şarttır.

Hiçbir gerçek başarı, kendi unsurunu görmezden gelerek, feda ederek gerçekleşmez. Yine, ilkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan, kendisi olmaktan çıkar. Peki, başkası olur mu? Belki evet; fakat “öteki” kendisini kabul etsin diye başkalaşan unsuru, bu kez “öteki” de kendisinden saymaz. Çünkü, “öteki”nin gerçek niyeti, onu “kendisi gibi etmek”ten daha çok, “kendisi olmak”tan çıkarıp kimliksiz ve kişiliksiz bırakmaktır.

Müminlerin sadece kardeş olduklarına iman etmiş, Müslümanların topyekun bir bedenin organları, dokuları, hücreleri olduğunu kabullenmiş her sahici mümin, tüm dikkatini ağrıyan, hastalanan, arızalanan uzvu üzerine teksif eder. Çünkü insanın neresi ağrırsa, canı orda olur. Hasta bir beyne, aynı bedenin yüreği kayıtsız kalamaz; hasta bir göze-kulağa, ele-ayağa, aynı bedene ait akli melekeler kayıtsız kalamaz.

Ne ki, bunun için olmazsa olmaz bir şart var: Sinir sistemi.

Sinir sistemi, hücreleri diğer hücrelere, onları dokulara, dokuları organlara ve nihayet organları bedene bağlayan bir koordinasyon sistemidir; hem bedenin iç enformasyonunu sağlar, hem direnişini örgütler, hem direnç kazandırır. Ya sinir sistemi yoksa? İşte, felaket budur. Ve günümüz Müslümanının en vahim tarafı, sinirlerinin alınmışlığı görüntüsüdür.

Bundan da daha kötü olanı, bedene ait bir organın, kendi kendine istiklaliyetini ilan edip, müstağni tavırlara girmesi ve bedenin isterse tek bir tırnağı olsun, diğer organlarını görmezden gelmesi, kendi içine kapanarak, kendisini kutsayıp gerisini yok saymasıdır.

O zaman, değil ayağa batan dikeni bütüne ait tüm parçaların algılayıp tepki vermesini, o ayağın asitli suda eritilip yakılmasını dahi beden hissetmeyebilir: Çünkü parça bütünle olan bağını koparmıştır. Bu nedenle de, o organ daha önce bütüne ait diğer parçaların derdine bigane kalmış, onların acılarını paylaşmamış, kendi varlığını onların varlığından bağımsız tanımlamaya kalkmıştır.

Şimdi, dövünme, ah u vah etme zamanı değil, tevbe ve istiğfar zamanıdır; yani, tevbe gibi bir özeleştiri zamanıdır. Varlığımı elinde tutana yemin olsun ki, şu günlerdeki tüm ıstırabım, dualarım ve kaygım ait olduğum bütünün bir parçası olan “rahatsız” organımadır.

Bunu, ahlaki davranışın ön koşulu olarak görüyorum. Değilse, İslam’ın parlak geleceğine ilişkin en ufak endişem yok. Çünkü İslam, cazibesini, kişilerden, gruplardan, cemaatlerden, güç ve iktidardan almıyor; bizatihi özünden alıyor. Kendisini “alemlere rahmet” zanneden, kendisine ve başkalarına “zahmet” etmiş olur. Allah’ın baktığı yerden bakarsanız; Yusuf’un kuyuya atılmasını Mısır’a sultan olma sürecinin startı olarak görürsünüz. Ve “hainlerden” çok, öz benliğinizden; iktidar tutkusu, cemaat taassubu, güç sevdası suretinde tecelli eden maddi-manevi Züleyha’lar” teslim almaktan korkarsınız.

Cemaatli dostlarım; kendi payıma tüm dualarım, endişelerim, tevbe sadedindeki eleştirilerim şimdi sizin için; bu mealde siz de kendinize dua etmeyi düşünüyor musunuz?

Bu mevsim, “dua”, “tevbe/özeleştiri” mevsimi.

( 23 Haziran 1999 )

 

Yorum Yaz