Ebu Müslim Horasani Bakan Pepe’ye ne dedi?

Tayyip Bey’in bu asil tavrına rağmen, Bakan Osman Pepe ne yapıyor? Malum medya hedef gösterdi diye, danışmanı Taceddin Ural’ı istifa ettiriyor. Oldu mu ya? Orman Bakanı Pepe’ye yakıştı mı?

Bizi öldürürse, bu aşağılık kompleksi öldürür. Bir zamanlar bir spikerimiz vardı. Sempatik, hoş bir delikanlıydı. 28 Şubat’ın o zulüm günlerinde haber okurken, hiç unutmam, yanımdaki hacı amca onu “veli” ilan etmişti. Hacı amca haklıydı: Çünkü müftü çocuğu olan o spiker, okuduğu haberle içini soğutuyordu. Ne yapsındı hacı amca, o da onu “veli” ilan ederek kendince karşılık ödüyordu.

Kardeşimiz aşağılık kompleksiyle maruftu. Ağzını yaya yaya “yanıt” derken, bu yanıtın altından bir Topal Osman (Çapanoğlu asil bir adamdı, onun yerine Topal Osman’ı koyduk) çıkacak, derdim hep. İyi fark etmişti karşı mahallenin raconunu: Küçümsediklerine “sen” derken, kendilerinden olana “siz” diye hitap ediyorlardı. Bunu fark eder etmez, “sen” denilenler arasında bulunmaktan rahatsız oldu ve “siz” denilenler arasında yer almak için “dönüşüm zincirine” girdi. O gün bu gündür dönüşüm devam ediyor.

Fakat bunu şuraya yazıyorum, siz de unutmayın: Michael Jackson gibi, ne kadar kendi dünyasını operasyona tabi tutup orasını burasını değiştirse de, yine de “beyazlar” onu kendilerinden saymayacak. Kanını değiştirirse, belki?

Çok sevdiğimiz, gayretli, hizmet ehli ve şuurlu bir belediye başkanımız vardı. Yüz akıydı. Belediye başkanı olduğu İç Anadolu şehrini gül gibi etmişti. Fakat şanssızlığı, 28 Şubat zorbalığına denk gelmesiydi. Havada kâşifi meçhul kasetlerin uçuştuğu pis bir dönemdi. Kasetlerin biri tedavülden kalkıp bir diğeri geliyordu.

Her nasılsa, bir oda toplantısındaki irticali konuşmasında, “tanrıları (!) çıldırtan” sözler etmişti. Malum güruh homurdanmaya başladı. Durumdan vazife çıkartanlar da çıktı. Mesleği etini teşhir ederek geçimini sağlamak olan bir gurup bayan, ta başkanın vilayetine giderek danslı bir parti düzenledi. Mütedeyyin belediye başkanımızın ismetine tecavüz etmek için kurulmuş bir tuzaktı bu toplantı. Nihayetinde, birileri size değerlerinizi yedirmek istiyor. Bundan büyük tecavüz mü olur? Ve o malum dans görüntüleri kayıtlara girdi.

Peki, bu görüntüler çıldıran sahte tanrıları teskin etti mi? Ne gezer! Aksine o güzel insanı bir gani hak yere sözüm ona yargıladılar, mahkum ettiler ve yatırdılar.

Bunun geçmişte de örnekleri var. Seyyid Bey’i hatırlar mısınız? Osmanlı’nın son döneminde yetişen kallavi âlimlerden biri o. Bir İslam Hukuku allamesi. Henüz Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasında “İslam Devletidir” yazdığı yıllarda, Ankara hükümetinin Şer’iyye ve Evkaf Nazırı olarak görev yapmış. Müstağrip devşirmelerden gazeteci Hüseyin Cahid (Yalçın), bir toplantı için gittikleri Paris’te, Seyyid Bey’in ilk kez kafayı buluş hikayesini naklederken, şunları yazar:

“Seyyid Bey çok eski ve nefis bir Chateau Iquem şarabı ile dolu kadehini hafif bir tereddüdün ardından boşalttıktan sonra, hafifçe gürültülü bir memnuniyetle derin bir nefes aldı. Mütebessimane yüzüme bakarak “Bizim Karşıyaka’nın şarabına benziyor!” dedi. “Eyvah”, dedim kendi kendime, “Avrupa’yı görüş ve anlayışı da bu kadarsa?”

İnsan, üstelik ilk defa çakır keyif olarak, bilmediği bir konuda konuşursa saçmalar. Seyyid Bey’de dâhil, bunun istisnası yoktur. Fakat şu duruma bakar mısınız: Koskoca bir İslam âlimini, çevresi ne duruma düşürüyor! Belki de, yine Hüseyin Cahid’in şahadetiyle aktarılan şu sözü Seyyid Bey, ilk defa bulduğu bu çakır kafayla söylüyor:

“Bizim garının başına şapkayı giydirip sokağa çıkarmalı, başka çare yok.”

İnsan kendini sakınmaz, dolayısıyla Allah’ta onu korumazsa, daha ne herzeler yedirir, neler söyletirler adama, neler. Bu Seyyid Bey’e ne oldu dersiniz? Ne olacak, onlardan sayılmak için şarap içmiş de, “garının” başına şapka takıp sokağa salmayı düşünmüş de olsa, yine de kendilerinden saymamışlar. İlk fırsatta pabucunu dama atıp, kullanılmış kağıt mendil muamelesi yapmışlardır.

Benim gözümde Tayyib Bey’in farkı, müsteşarı Ömer Dinçer’e karşı estirilen medya terörüne rağmen, Yeniçeri istediğinde eli titremeden en yakınlarının kellesini veren korkak sadrazam rolü oynamamasından kaynaklanır. Bu, bir tarafa yazılacak bir erdemdir.

Bakan bilmiyor ki, verilen her kelle yeniçerinin iştahını kabartır. Sonunda sıra kendi kellesine de gelir. O zaman uğruna kelle verdiği malum medya, onu da tefe koyup çalmasını çok iyi becerir. Ve biz o zaman da, bu tür her olay olduğunda hatırladığımız Horasanlı Ebu Müslim’in Emeviler’e vasiyetini hatırlarız:

“Düşmanlarınızı kazanmak için dostlarınızın gönlünü kırmayınız; sonra düşmanlarınızı kazanamadığınız gibi, dostlarınızdan da olursunuz.”

Sayın Bakan! Ebu Müslim yüzyılların ötesinden size haykırıyor; duyuyor musunuz?

Yorum Yaz