Eğitimin sistemi-sistemin eğitimi

Bakmayın ucu alkolden domur domur olmuş kırmızı burunlarını kıvırdıklarına; cehaletleri en büyük saadetleridir onların. Ne hayran olduklarını tanırlar, ne de nefret ettiklerini.

Osmanlı’nın son döneminin asker kaçaklarıyla dolu sözde medreseleri dahi, MEB’in ve YÖK’ün cins kafaları bostan mamulüne çevirdiği sözümona ‘eğitiminden’ çok daha iyi idi.

“Sözde medrese” dedim. Başlangıçta, gerçek ilim adamları “özde medreseye” de karşılardı. Dikkat buyurunuz: İlme değil, ilmin devlet eliyle, bir statü kazanmak amacıyla yapılmasına…

Kıytırık bir makam ya da akademik unvan için dinlerini ve onurlarını az bir değere satan ilahiyat esnafının kulakları çınlasın. Devlete bulaşmadan kendi yatağında özgürce akıp giden eğitim halkalarını, ünlü veziri Nizamulmülk eliyle kurumlaştıran Selçuklu’ya kimi ilim adamları karşı çıktılar. Aslında, Nizamulmülk’ün tek amacı eğitimi devletleştirerek muhalif hareketlere karşı devletin tezlerini savunacak ilim adamları yetiştirmek değildi. Onun icraatının iyi tarafı, devlet bütçesinden kaynak transfer ederek eğitimin kalitesini artırmaktı.

Bu uygulamanın sakıncalı olduğunu savunan bir alim, gelişmeyi kendince protesto etmek istediğinde sorarlar: “Nereye gidiyorsun?” Cevabı: “İlmin cenazesini kılmaya!” olur. “Niçin, ilme ne olmuş ki?” deyince şu cevabı alırlar: “Şimdiye kadar bilginin ardına, sırf hakikat aşkına onun değerini bilenler düşerdi. İlmi elde edenler arasından kimi istismarcılar hep var olmuşsa da, bu hiçbir zaman çoğunluğu oluşturmadı. Fakat bundan böyle bilginin peşine düşenler artık para, makam ve mevki aşkıyla düşecekler. Onu, bütün bunları elde etmek için bir araç olarak kullanacaklar.”

Tabii ki aşırı bir hassasiyet. Fakat doğruluk payı olmadığını kimse iddia edemez. Bu, bizim uygarlığımızda bilginin ahlakla olan doğrudan ilgisini gösteriyor. Haddi zatında, Yunan-Batı aklıyla İslam aklı arasındaki çok temelli bir fark bu. Çünkü Yunan-Avrupa medeniyetinde akıl kavramı “nedenlerin kavranması”yla, yani “bilgiyle” irtibatlıdır; İslam medeniyetinde ise temelde “davranış” ve “ahlakla” ilgilidir. Onlar bilgiden ahlaka giderler, biz ise ahlaktan bilgiye gideriz. Onlara göre aklın görevi nasıl olursa olsun “bilgi üretmek”, bize göre ise aklın görevi “iyi ve kötüyü bilip sahibini iyiye yöneltmek”tir. Onun için de biz önce “Ahlâkî mi?” sorusunu sorarız. Hz. Peygamber’in “Faydasız bilgiden Sana sığınırım!” duasının temelindeki kaygı da işte bu ahlaki kaygıdır. İslam aklı fonksiyonel olduğu için Kur’an’da akıl hiç isim olarak kullanılmaz.

Önceleri ilim halkaları vardı: Medine’de İmam Malik’in, Basra’da Hasan Basri’nin, Kufe’de İmam Ebu Hanife’nin. Bu halkaların hepsi kendine özgü bir bilgi üretim biçimi olan özgün birer ekoldü. Öğrenci hocasını, hoca öğrencisini seçerdi. Her öğrencinin kabiliyet ve kapasitesinin göz önüne alındığı bir model geçerliydi. Hiçbir şey katı, statik, otoriter ve total değildi. İmam Ebu Hanife’ye en çok itirazın en seçkin öğrencilerinden gelmiş olması, bu halkalarda bilim özgürlüğüne ne denli önem verildiğinin en güzel kanıtıdır.

İlk hocalar, bilgi ile ahlak arasındaki korelasyona aşırı dikkat ederlerdi. Buna mecburdular. Çünkü onlar statülerini devlete, makama, titre, medyaya değil; ahlak ile bilgi arasında kurdukları kopmaz ilişki sayesinde kazandıkları ‘sivil’ teveccühe borçlulardı. Bu nedenle de, ilme intisap edeceklerde ilk aradıkları vasıf ‘karakter’ olurdu.

Bu konuda, ilginç bir hikaye anlatılır: İmam Ebu Hanife’nin büyük öğrencisi İmam Muhammed eş-Şeybani, bir dersi müteakip ders halkasındaki öğrencilerini ihtiyaç olmadığı halde evinin inşasına yardımcı olmaları için götürür. Kendisi ise geriye çekilip onların davranışlarını izler. Öğrencisinin biri, kendisinden taşın altına koymak üzere küçük bir çakıl taşı isteyen ustaya, üşendiği için yere eğilmeyerek komşunun duvarındaki eğreti bir çakılı çeker ve uzatır. Buna şahit olan İmam, öğrencisine ertesi gün babasıyla birlikte gelmesini söyler. Çocuğun babasına İmam’ın söyledikleri manidardır:

“Bu çocuğu al; ister marangoz et ister demirci, ister ayakkabıcı et ister terzi; fakat ilim adamı etme! Yoksa ilmin onurunu ayaklar altına düşürebilir!”

Eskilerin hikayesi bu.

Bizim hikayemiz ise daha farklı. Eğitim sistemimiz, II. Mahmut’tan bu yana hep ‘devrim’ üstüne devrim geçirir. Fakat hikmetinden sual olunmaz, üzerinden handiyse 200 yıl geçtiği halde hâlâ bir türlü oturmaz. Bırakınız oturmasını, gün geçtikçe daha da berbat hal alır.

Ömrünün en değerli yıllarını okullarda harcayan üniversite mezunlarına bakıyorum; istisnaları bir yana, bilgi, kültür, dil, bilinç, düşünce açısından gerçekten acınılası bir irtifa kaybı söz konusu. Yürürlükteki eğitim sistemi, adeta insanların düşünme mekanizmalarını hadım ediyor. Kim bilir, belki de sistemin daha başlangıçtan beri üretmeye çalıştığı ‘ideal insan tipi’ buydu!

Milli Eğitim Bakanı’nın müftüye dua öğretmeye kalktığı, üniversite rektörlerinin brifinglerde esas duruş talimi yaptığı, ilkokullarının koyun ağılı, üniversitelerinin kışlaya dönüştürüldüğü bir eğitim sisteminden daha farklı bir sonuç beklemek abes kaçardı.

( 20 Ekim 2000 )

 

Yorum Yaz