Ev sahibinin de suçu var

Misyonerlik meselesinde en son suçlanacak kesim, misyonerlerdir. Buna daha önceki iki yazımızda değinmiştik.

Bu ülkede misyonerlik faaliyetlerinden şikayet etmeye hiç mi hiç hakkı olmayan zümrelerin başında, resmi ideolojiye eklemlenen unsurlar gelmektedir. İnsanımızın imanını kundaklayan seküler politikalar, Hıristiyan misyonerler için bu ülkede İslam’dan soğutulan unsurları hazır lokma haline getirmiştir.

Şimdilerde misyonerlik nasıl ki yeniden hortlayan “sömürgeciliğin keşif koluysa”, seküler politikaların uygulayıcıları da bizim gibi ülkelerde “misyonerliğin keşif kolu” işlevini üstlenmişlerdir.

Türkiye ile birlikte Sovyet döneminde laik politikalarla dinlerine yabancılaştırılmış olan Orta Asya’daki Türki halklar, eski Yugoslavya’dan ayrılan Müslüman toplumlar ve Arnavutluk gibi militan laisizmin laboratuvarı olmuş ülkeler, şimdilerde misyonerler için en verimli “ekim alanlarını” oluşturuyor.

Bütün bu coğrafyaların iki ortak noktası vardır: 1. Halkı Müslüman olmaları, 2. Çoğu zaman din düşmanlığına kadar varan seküler politikalarla İslam’dan koparılmış olmaları.

Bu hırsızın suçu.

Zaten önceki yazılarda hırsızın suçunu, hık-mık etmeden ve kimsenin hık-mık’ına yer bırakmayacak şekilde dile getirmiştik.

Bugünkü yazıdaysa “ev sahibinin suçunu” gündeme getireceğiz.

Evet, bu meselede sürekli “hırsızı” suçlayan ev sahibi de suçlu. Ancak ev sahibinin suçuna geçmeden, yükseköğrenimini Kırgızistan’da, yani bizim gibi sistematik bir sekülerleştirme cenderesinden geçmiş bir coğrafyada yapan ve halen orada öğretmen olarak çalışan bir okurumun mesajını vermem gerekiyor:

“… Mesleğim icabı Kırgızistan’ın birçok yerinde bulundum. Buradaki misyoner faaliyetleri bizleri de şaşırtıyor. Genelde Amerikan kiliseleri tarafından gönderilen gönüllüler, ailelerden oluşuyor. Amerikan kültürünü yaymak amacıyla Soros Fonu gibi kuruluşlar yardımıyla faaliyet gösteriyorlar. Son dönemde Korelilerin sayısında da artış oldu. Bunlar genelde yoksul ve kimsesiz kişileri hedef alıyorlar. Artık o kadar mesafe almışlar ki, misyonerlik faaliyetlerini yerli insanlara yaptırıyorlar. Buna bizzat ben bir davette şahit oldum. Yerel dillere ve lehçelere çevrilmiş İnciller ve ilahiler… Ve bunu ezbere bilen yerli gönüllüler. Öyle dört elle sarılmışlar ki; kapı kapı dolaşıp davet etmeden yiyecek giyecek vermeye varana kadar, her türlü maddi yardım yapılıyor. Bir seferinde bunlardan birini futbol maçına çağırmıştım, bana şöyle mazeret bildirdi:

“Yaşlı bir bayana söz verdim, bahçesinde çalışacağım!”

Misyonerlik… Misyonerler… Seküler politikalar… Militan laisizmin açtığı irtidat çığırı…

Tamam, hepsine eyvallah da, ya inandığı değerlerden emin, o değerlerle ilişkisi sahici ve ciddi, kişiliğini iman ettiği vahye inşa ettirmiş, İslam’ı insan mutluluğunun öbür adı olarak gören, birbiriyle etle tırnak, tohumla toprak, meyveyle yaprak gibi ayrılmaz bir bütün oluşturan İslam ve insanı buluşturacak “yürek fatihleri” neredeler?

Onlar neden misyonerler kadar fedakar değiller?

Bunun sorumlusu da mı misyonerler?

Kabul… Mevsim güz, ağa gaddar, tarla verimsiz, toprak çorak… Ama “güz ekinleri” gür ve gümrah bir hasadı müjdelemezler mi?

Hem, yere eken göğe bakar. Yere ekmedinizse, göğe de bakmayacaksınız demektir. Göğe bakmayacak, rahmete, yağmura göz ve gönül düşürmeyeceksiniz demektir.

Göğe bakmak…

Yani gözün duaya durması, gönlün duaya durması…

İnsanın iki ayaklı dua olup “Yağdır mevlam su!” diye yalvarması; “İlahi, yardımın ne zaman!” diye iltica etmesi…

Tarlanızda bıtırak görmeniz için, tohumunu ekmeniz gerekmez. Tarlayı boş bırakın yeter. O zaten kendisi biter. Çünkü varlığın yasasıdır: Vücut (varlık) boşluk kaldırmaz.

Seküler politikalarla İslam’sız bırakılmış yürekler satanizmden nihilizme, animizmden teslis Hıristiyanlığına varana dek, bir batıldan diğerine savrulup duracaktır.

İslam’ın son ve evrensel mesajını “irtica” adı altında tehdit sıralamasının en önüne yerleştirenler, tüm sahte mesajlara meccanen kredi açmış olduklarını bileceklerdir.

Son Nebi’nin mirasına ağız dolusu hakaret edenler, sahte peygamberlere kuluçkalık yapmaktan kurtulamayacaklardır.

Onlar Müslüman imanının bu topraklardaki 1400 yıllık (inanmayan Gazi Alparslan’dan önce Eyüp Sultan’a sorsun) kazanımını, bir insan ömrünü zor bulan geçmişlerine bakmadan yok etmeye hevesli görünüyorlar.

Onlar “yersizler”, onlar “ontolojik evsizler”, onlar “kültürel yurtsuzlar”.

Ya yerliler neredeler? Evin gerçek sahipleri neredeler?

 

Yorum Yaz