Ey kavm, Peygamberlerini taşlayan İsrailoğulları’nı hatırlatıyorsun!

Ey kavm! Şu halinle, tıpkı İsrailoğulları’na benziyorsun.

Düşmanının putlarına tapıyorsun. İsrailoğulları da öyle yapmıştı. Firavun’un zulmünden kurtulunca, gerçek kurtarıcılarını çabuk unuttular. Musa, Tur’a, Rabb’inin mesajını almaya gittiğinde, ellerindeki altın gümüş takılardan bir heykel yapıp tapmaya koyuldular. Bu taptıkları buzağı heykeli, kimin tanrısıydı biliyor musunuz? Kendi özgürlüklerine ve hayatlarına kasteden Firavun’un.

Kendi peygamberlerini taşlayan, linç eden, çarmıha geren İsrailoğulları gibi, iyilerini taşlıyorsun Ey Kavm! İçindeki iyiliği taşladığını, onu katlettiğini bilmeden yapıyorsun bunu. Sizi aydınlatmak için yanan her ışığı, bir kova su alıp söndürmek için seğirtiyorsunuz. “Yangın var!” diye, isterik naralar atanların ardınca gidiyorsun.

Ey Kavm! Tıpkı, kendi peygamberlerine “Sen ve Rabbin gidip savaşın, biz oturup burada sizi bekliyoruz” diyen İsrailoğulları gibisin. Özgürlük uğruna bedel ödemeye yanaşmıyorsun.

Sözleşmene ve kendine ihanet ediyorsun. Soğanı, sarmısağı özgürlüğe tercih ediyorsun. Hakikatin ardınca değil, cedlerinin ardınca gidiyorsun; ölülerini kutsuyor, fakat dirilerini öldürüyorsun.

İsa’nın diliyle “badanalı kabirlere benziyorsun” Ey Kavm! Dışardan alımlı-çalımlı görünmeye çabalıyorsun, fakat için leş gibi kokuyor. Akçaya ve korkuya iman ediyorsun. Efendilerin seni akça ve korkuyla güdüyor. O efendiler ki, onlar senin eserindir. Bu halinle sen, celladını doğuran talihsiz analara benziyorsun. Suçu savunuyor, suçluyu koruyor, mağduru tekmeliyorsun; zalimi yüceltiyor, mazlumu eziyorsun; değerlerini pazarlıyor, kimliğinden utanıyorsun.

Ey Kavm! Tufanın kokusu geliyor, fakat sen gemileri ve gemicileri taşlıyorsun. İbrahim’e su taşıyanları suçluyor, Nemrud’a odun taşıyanları alkışlıyorsun. Asiye’ye “asi”, Hacer’e “zavallı”, Meryem’e “günahkar” gözüyle bakıyorsun. Eğer Lady Godiwa işgalciler tarafından senin şehirlerinde çırılçıplak soyulup dolaştırılsaydı, hep birlikte kapı altından röntgenleyecekmiş gibi duruyorsun. Jean Dark’ın ateşini tutuşturmak için sıraya giriyorsun. Söyle Ey Kavm, içinde kaç Mata Hari besliyorsun?

Nuh Kavmi’ni unutma!

Sodom’u unutma!

Ad Kavmi’ni, Semud Kavmi’ni unutma Ey Kavm!

Kulun gücünün bittiği yerde “Allah” dedik biz; “Allah’ın var neye muhtaçsın, Allah’ın yok neyin var!” dedik. Allah derken, “anlam” dediğimizin farkındaydık. Onun için “Allahsızlığı anlamsızlık” bildik. Allah demekle, hayatımızın sadece sevinçlerine değil, acılarına da anlam kattık. Acılarımız dahi anlam kazandı. Istırabımızdan “umut” damıttık, derdimizden “merhem” yaptık, acımıza “aşık” olduk; aşkımız acımıza, acımız aşkımıza dönüştü.

Bildik ve inandık ki, “kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlardı”. Onun için, yürek tarlasına acı ektik. Ta yürekten “Meta nasrullah: Yardımın ne zaman?” demeden, O’nun karşısında acziyetinizi ve muhtaçlığınızı kabullenmeden, acıyı yüreğinizin sarnıcından imbik imbik damıtmadan, devranın dönmeyeceğini öğrendik.

İmanın en büyük imkan olduğunu, kalbimiz kederden kaburgalarımızı zorladığında, gece yarılarında doğum sancısından beter sancılara durduğunda bir kez daha anladık. Duaya davet edildiğimiz kapının davetine uyduk ve dualara durduk. Bildik ki, davete icabet edenin davetine icabet edilir: Biz de O’nu davet ettik.

Kimimiz zarfına adresi doğru yazdı fakat içini doldurmadan boş zarf attı, kimimiz içini doldurup pulunu unuttu, kimimiz verdiği adreste bulunmadı, kimimiz hiç adres veremedi ve kimimiz de yalan ve yanlış adres verdi.

Davetiyesinde hiç eksiği bulunmayanlarımızın ise bir kusuru vardı: Konuğuna sunacak som ve bütün bir yürek bulamamak. Korku putlarına, umut putlarına, sevgi putlarına ardiyelik yapan, antik Atina’nın tanrılar mahzenine dönmüş Panteon’undan beter bir yüreğe sahip olmak.

İşte bunun için davet edemedik. Ettikse, davetimiz kabul görmedi. Gücümüzün müntehasına dayanmadan, elden geleni yapmadan ettik; bitmeden “bittik!” dedik. Eğer gerçekten bitseydik ve “bittik!” deseydik, “dayan, yettim!” diyen mutlaka olacaktı.

Hz. Peygamber’in Taif dönüşü gerçekten bittiği ve “bittim!” dediği gün, tarihin bahtı değişmiş, davetiyesi adresine ulaşmış ve “Yettim!” cevabı gelmişti. O, Taif dönüşü, yeryüzünün olanca genişliğine rağmen kendisine dar geldiği ve kavminin varlığını ortadan kaldırmak için fırsat kolladığı kritik bir anda, Yüce Dergah’a şu davetiyeyi göndermişti:

Allah’ım!

Kuvvetimin tükendiğini sana arz ediyorum.

Gücümün azaldığını,

İnsanların gözünde küçük düştüğümü sana şikayet ediyorum.

Ey Merhametlilerin en Merhametlisi!

Sensin mustaz’afların Rabb’i

Sensin benim Rabb’im!

Beni kimlerin eline bıraktın?

Bana gaddarlık yapan ötekilerin eline mi?

Yoksa davamı ipotek edecek bir düşmana mı?

Eğer sen bana gücenmedinse,

Kesinlikle bunlara aldırmıyorum.

Lakin yardımın beni rahatlatacaktır.

Senin nuruna sığınırım;

Karanlıkları aydınlatan nuruna,

Dünya ve ahiretimi aydınlatacak nuruna…

Gelecek gazabın, bana ulaşabilecek öfkenden kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum.

İşte Sana sığınıyor ve aldırmıyorum; yeter ki razı ol.

Güç ve kuvvet Senden’dir, yalnız Senden…

( 10 Mayıs 1999 )

Yorum Yaz