“Fars diplomasisi” mi, Müslüman siyaseti mi?

Tamam, kabul: İran diplomasisi çok iyidir.

 

Öteden beri İranlılar uluslararası siyasette birçok başarıya imza atmışlardır. İranlılar değil ama onların yeminli muhalifi olan bazıları, nedense, bunun “2500 yıllık Pers geleneği” olduğuna vurgu yapmaktan pek hoşlanır.

Mesela ABD’ye attıkları golleri, İranlıların diplomasideki başarı hanelerine iftiharla kaydedebiliriz. Devrim’in hemen ardından yaşanan ABD Büyükelçilik baskınını nasıl ustalıkla yönetmiştiler, bilenler hatırlayacaklardır. O zamanın ABD başkanı Jimmy Canter’e ot yoldurmuşlar, hatta onun seçimi kaybedip rakibi R. Reagan’ın kazanmasına yol açmışlardı.

Amerikalılar o çok övündükleri tilki diplomasilerinin nasıl yerlerde süründüğünü sonradan itiraf ettiler. İran ABD’ye parmak ısırtmıştı. Rehine kurtarma operasyonu tarihe “Tebes Çölü fiyaskosu” olarak geçti. Amerikan helikopterleri sözüm ona rehineleri kurtarmak için gelmişti. Ama çölde ne olduysa oldu, hepsi birbirine girdi. Sonunda Amerikalılar askerlerinin cesetlerini dahi toplayamadan İran topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Sözün özü: Ölülerini bırakıp kaçtılar. Amerikan’ın bu kuyruk acısı biraz da o günlerden kalmıştır.

İran, kibir abidesi Amerika’ya tarihi bir ders vermiş, burnunu sürtmüştü. Ama bu son olmadı. İran, kendi içinden senaryo gereği işbirlikçi rolü oynayan bazı birimleriyle ABD’lilerle temas kurdu. Pazarlıklar vesaire derken, sonunda ihtiyacı olan bir uçak dolusu çok çok hassas yedek parçayı getirtmeyi başardılar. Hem de ayaklarına kadar.

İş ortaya çıktığında sadece operasyonun başında olan Albay ve General’in kellesini yemekle kalmadı, iş Beyaz Saray’a kadar uzandı. Zamanın başkanının koltuğunu İran diplomasisi bir de bu golle sarstı.

Daha sonra buna benzer birkaç olay daha yaşandı. Bunlar dünya kamuoyunun bildikleri. Bilmediğimiz daha neler oldu Allah bilir.

Fakat el-insaf, İranlıların her yaptığını siyasete hamletmek ne kadar adil ve insaflı olur? Mesela şu günlerde tutuklu bulunan 15 İngiliz askerini dünyaya insanlık ve haysiyet dersi vererek salıverme olayını?

İran, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejat’ın enfes ifadesiyle “Peygamberimiz Hz. Muhammed’in doğum haftasında, onun öğretisine dayanarak” yapıyordu bu jesti. Uluslararası sınırını ihlal etme suçu işleyen ve işledikleri suçu açık açık itiraf eden İngiliz askerlerle tek tek tokalaşıyor, yakınlık gösteren bazılarını öpüyor ve ülkelerine yolluyordu. (Bu askerleri birileri takip etsin; mutlaka bir ikisi İslam’la şereflenecektir. Allah’u a’lem).

Özellikle altı çizilmesi gereken bir mesaj daha veriyordu Mahmud Ahmedinejat bayan kadın asker Faye Turney’i kastederek:

“Batı’nın aile kavramına hiç mi saygısı yok? Bir anneyi bu kadar zor bir görev için bu kadar uzağa nasıl yollayabilirler?”

Cumhurbaşkanı, Batı’ya yönelik bu derin mesajıyla birçok şeyi birden söylemiş oluyordu. Mesela:

  1. İran’a yönelik Batı düşmanlığının aslında taktik ve stratejik değil, paradigmatik olduğunu. Yani, Batı’nın İran üzerinden tüm İslam’a, İslami hayat tarzına düşman olduğunu ima ediyordu.
  2. Batı’nın genelde özgürlük, özelde kadın özgürlüğü söylemlerinin nasıl içi boş, hatta nasıl ikiyüzlü olduğunu gösteriyordu. Sen bir anneyi savaş gibi çok ağır bir yükün altına sürecek, ondan sonra da kadın askerin anneliği üzerinden psikolojik savaş taktikleri uygulayacaksın. Ahmedinejat’ın sözleri, bu sahtekârlığın maskesini düşürmeyi amaçlıyor.
  3. Batı’ya nicedir unuttuğu insanlık, şefkat ve merhamet dersi veriyordu.
  4. Peygamberimize hakaret etmek için sıraya giren Batılılara, alçakça hakarete yeltendikleri o peygamberin kendileri için de rahmet olduğunu fiilen göstermiş oluyordu. Değil mi ki o, “alemlere (bütün insanlığa) rahmet” idi.

Bütün bu sonuçları elde eden bu davranışı sadece “İran diplomasisine” hasretmek, bana büyük bir haksızlık olarak göründü. Aslında Ahmedinejat’ın yaptığı Ayetullah Humeyni’nin açtığı çığırın bir devamıydı. Onun aynı hassasiyeti Birleşmiş Milletler’de yaptığı o derinlikli konuşmada da gördük. Yine aynı yolu, ondan önceki Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, BM açılış konuşmasında izledi. O konuşma gerçekten tarihi bir manifesto idi.

Ama asıl bu silsilenin modern çağdaki ilk halkası İmam Humeyni’nin henüz Sovyet İmparatorluğu yıkılmadan önce SSCB lideri Mihail Gorbaçov’a gönderdiği “davet mektubu” idi. Bu tarihi mektupta Humeyni sosyalist ve ateist muhatabını “Tanrı” ve “varlık” üzerinde düşünmeye davet ediyor, ona İbn Arabi metafiziği üzerinden varlık soru ve sorununa cevap bulmayı öneriyordu. Fakat bu, kelimenin tam anlamıyla bir “İslam’a davet mektubu” idi.

Bu mektup, Müslümanların ezgin ve bezgin geçen uzun dönemlerin ardından yaşadıkları bir modern çağ menkıbesiydi. En önemli mesajı, Müslümanlara menkıbe yazmayı sürdürebileceklerini göstermesiydi. Yani “Ey Müslümanlar! Me’yus olmayın; menkıbemiz devam ediyor!” demeye getiriyordu. İlkti ama son olmadı.

Dileriz bu menkıbeye, başta güzümüz ve gönlümüzün olduğu bu topraklar olmak üzere öksüz ve yetim ümmetimizin coğrafyalarından yeni menkıbeler eklenir.

 

Yorum Yaz