Fetvayı nasıl alırdınız?

Bugünlerde, ruh sağlığımı korumak için televizyon seyretmemeyi tercih ediyorum.

Seyretmek zorunda olduğum zamanlarda da, “kifayet sınırını” gözetiyorum. Kifayet sınırını aşmamak kaydıyla göz attığım bir programda, program sunucusu bir bayan, karşısına oturttuğu saçı-sakalı ağarmış ‘kıdemli’ bir ilim adamını konuşturuyor.

“Konuşturuyor” diyorum; çünkü “konuşmak”la “konuşturulmak” arasında hayli fark var. Çoğu kez, insan, konuştuğu zaman “etken bir özne” iken, konuşturulduğu zaman “edilgen bir nesne” konumuna indirgeni veriyor; kendisinden isteneni veren, bekleneni söyleyen, arzularını dile getiren bir edilgenlik bu. Çok eskiden Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan bir ilahiyatçıyı, o halde görmeye daha fazla tahammül edemeyip ekranı karartıyorum.

Programın konusu, günümüzün popüler olayı başörtülü milletvekili. Program sunucusu bayan, belli ki bir taşla birkaç kuş vurmayı amaçlıyor. Bunlardan biri de İslami tesettür. İslami tesettürü vurma işini bizzat kendisi yapmak yerine, adı sanı olan bir ilahiyatçıya yaptırmanın daha etkili olacağını düşünmüş olmalı ki, bu işi ona havale etmiş görünüyor. Sağ olsun, o ilahiyatçı da, kendinden bekleneni fazlasıyla vererek, programın formatına “bir nevi katkıda bulunuyor”.

Ne ki, kıdemli ilahiyatçının katkısı işe vakıf olanları tebessüm ettirecek cinsten. İlahiyatçımız, Ahzab Suresi’nin 59. ayetinin (Nur 31 de sos olarak yanına katılıyor), o çağda geçerli olan hür-cariye ayrımı problemini çözmek için indiğini söylüyor ve bu ‘hükmüne’ de ayetin iniş sebebini delil gösteriyor. İlahiyatçı, bununla neyi ima etmek istiyor, o pek açık değil; fakat bu sözleri dinleyenler, Ahzab 59. ayetin eskiden geçerli olan bir durum için indiği, günümüz insanını ilgilendirmediği, dolayısıyla bu ayete dayanılarak bu günkü bir davranışı anlamlandırmanın doğru olmayacağı sonucuna ulaşıyor.

Entelektüel muhitlerde moda olan tabirle “tarihselci bakış açısı” bu olsa gerek. Yalnız, bu yaklaşımın dayandığı argümanlar, ne yandan bakarsanız bakın dökülüyor. Olayın ahlaki ve psikolojik boyutu bir yana, ortada açık bir usulsüzlük var. Bu usulsüzlük, esbab-ı nüzul rivayetleri gibi, rivayet tekniği açısından ne derece sağlıklı oldukları çok iyi bilinen “zanni” bir delile dayanarak, Kur’an gibi “kat’î” bir metnin hükmünün tahsis edilmesi.

Konuya vakıf olanlar bilirler ki, Kur’an metninin dış bağlamı olan sebeb-i nüzul rivayetleri, ayetlerin hükmünün sınırlanmasına değil, daha iyi anlaşılmasına elverişlidirler. Çünkü bu rivayetler, içerisinde sahih olanları bulunsa da çoğu zaman zayıf ve hatta uydurma, sahih olanları dahi bazen birbiriyle çelişen rivayetlerdir. Kaldı ki, Kur’an asrına şahit olmuş ilk kuşakların “Bu ayet şunun hakkında nazil olmuştur” sözü, ayetin bizatihi iniş sebebinin o olay olduğu anlamına gelmez. Çünkü sahabenin ayetin inişinden yıllarca sonra olmuş bir olay için “Bu ayet şu olay hakkında indirilmiştir” dediği, birçok örnekle sabittir. Bu, sahabenin “tefsiridir” ve onların Kur’an’ı, her çağa hitap eden canlı bir mesaj olarak gördüklerinin delilidir. Kur’an nesli, bu yaklaşımlarıyla, Kur’an’ı belli bir zamanın, mekanın, topluluğun ve neslin kitabı değil, tüm zamanların, mekanların, insanların ve nesillerin evrensel mesajı olarak görmüşler, geçmişin ve geleceğin tarihini mutlak hakikate ve adalete bir atıf olan ayetlerin mihengine vurmuşlar, bu nedenle de Kur’an’ı hayatın içinde her an nazil olan bir mesaj olarak telakki etmişlerdir. Kaldı ki, Kur’an’da, iniş nedenine ilişkin hiçbir rivayet bulunmayan pek çok ayet vardır.

Peki, bu ilmi gerçekleri “konuşturulan” ilahiyatçı bilmemekte midir? Bilmektedir, hem de çok iyi bilmektedir; fakat kendisi oraya bu gerçekleri söylemek için “çıkarılmamıştır”. Oraya çıkarılış amacını gerçekleştirmesi ve programın formatına göre konuşması için bu gerçekleri göz ardı etmesi gerekiyordu.

“Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin”, “gerçek kâfirler… zalimler… fasıklar” olduğunu ifade eden Maide 44-45 ve 47. Ayetleri, “Bu ayetler bizim için değil Yahudiler hakkında indirilmiştir” diyen bir Müslüman’ı İbn Abbas şöyle azarlar:

“Siz, ne de iyisiniz ya! Tatlı olan ne varsa size, acı olan ne varsa kitap ehline ha?” (Zemahşeri 1/341)

Bütün bunlar bir yana; kendisine yargı başkanlığı görevini ısrarla teklif eden Emevi Valisi İbn Hübeyre’yi, sırf zulmü onaylıyor görüntüsü vermemek için, aynı ısrarla reddeden İmam Ebu Hanife, bu uğurda ölümle tehdit edildiğinde şöyle diyordu: “Vallahi, bunlar Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymamı emretseler, onu dahi yapmam!” Böylesine soylu bir ilim geleneğinin varislerinin bu hallere düştüğünü görmek gerçekten ıstırap verici.

Omurgaya, galiba yalnızca siyaset yapan Müslümanların değil, siparişleri konjonktüre uygun bir üslupla karşılayan ilim adamlarının da ihtiyacı var.

( 7 Mayıs 1999 )

 

Yorum Yaz