Firavun Kızıldeniz’ini, biz Firavunumuzu arıyoruz

Pazartesi yazısı şöyle bitiyordu: “Ne vuku bulacaksa, herkesin kendi yerinde olduğu bir zeminde vuku bulacak”.

“Herkesin bir yeri var mı ki?” diye sormazsınız umarım.

Elbette var. Başta, insanın atığı olmaz. Atık, endüstriyel mamullerde olur, insanlık dünyasında değil. Sonra varlık zincirinde en basit halkanın dahi bir yeri olur da, bu zincirin altın halkası olan insanın yeri nasıl olmaz?

Ezcümle, herkesin bir yeri vardır var olmasına da, bazıları yerinden firar etmiştir. Ne bileyim; ya yerine yabancılaştığı için yerini beğenmemiştir, ya yeri onu yabancılaşmıştır, ya da başkasının yerine göz koymuştur.

Yersizlerin yerlileri pusturacak kadar çoğalmaları elbet bir felakettir. Fakat asıl felaket, yersizlerin kendilerini yerlilere “asli unsur” diye zorla kabul ettirmek istemeleridir. Yerliler bunu kabullenmedikleri sürece umut var demektir.

Bu ülkede, yerlilerin direnişi her şeye rağmen sürüyor. Bu direnişin başarıyla sonuçlanması, her şeyin aslına rücu ettiği bir zeminin muhafazasına bağlı. Bu zemin, bu ülkede zaman zaman kayıyor, yok oluyor. Geçmişte daha sık yaşanırdı bu.

Zemin kayınca, her şey kayıyor: Kişilikler, kimlikler, fikirler, taraftarlıklar, karşıtlıklar, sevgiler, nefretler… Yani akıl kayıyor. Kaymış bir akıl, sahibinin eylemini kaydırıyor, onu zıvanadan çıkarıyor. O kişiyi tanıyorsunuz. O eylemi de tanıyorsunuz. Fakat o kişiyi o eylemle birlikte düşününce tanıyamaz oluyorsunuz.

Bunun adını ister “kimlik zaafı”, ister “kişilik kırılması”, isterse “iç çatışma” koyun, fark etmez. Ama sonuçta olup biten bir yabancılaşmadır. Her yabancılaşma, yabancılaşan şeyi ait olduğu “asıldan” uzaklaştırıcı bir işlev görür.

Bu, bireyin kendi kimliğine yabancılaşması…

Bir de tüzel kişiliklerin, bir başka ifadeyle “manevi şahsiyetlerin” kendi kimliğine yabancılaşması var ki, bu bireysel olanından bin beter sonuçlar üretiyor.

Alın size bu ülkenin yabancılaşması. Şu iki arada bir derede kalmış duruma bakın Allah aşkına! Nedir bu ülkenin günümüz dünyasındaki misyonu? Nedir bu misyona uygun vizyonu? Bunu, şöyle efradını cami ağyarını mani bir biçimde tanımlayacak bir babayiğit var mı? Piyasada dolaşan harcı alem tanımlar, aklı başında kaç kişiyi ikna eder?

Tam bir iki cami arasında kalmış bi-namazı çağrıştırıyor. Yoksa “Cami ile kilise arasında kalmış kırk yıllık yani’yi” mi demeliydim? Her ne derseniz deyiniz, aynı kapıya çıkıyor. Doğru adı buldum galiba: Yahudileşme!

Kur’an haber veriyor: İsrailoğulları, Firavunun anaların rahmine uzanan zulmünden Hz. Musa önderliğinde kurtulmuşlardı. Fakat Firavunlarını yüreklerinde taşımaktan kurtulamamışlardı. Bunun için on yıllarca Sina çölüne çakılıp kaldılar.

Firavundan kurtulmak yetmemişti. Köleleştirilmiş kimliklerinden de kurtulmaları gerekiyordu. Tevhid ve özgürlüğü seçmişler, fakat bedelini ödemeye yanaşmamışlardı. Özgürlüğün bir maliyetinin olduğunu görmezden gelmişlerdi. Kur’an bu durumu şöyle haber veriyor:

“Yine, bir zaman da demiştiniz ki: ‘Ey Musa, biz tek çeşit yiyecekten bıktık, Rabbine yalvar da, bize yeryüzünün değişik ürünlerinden; sebzesinden, acurundan, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından versin.’ Musa dedi ki: ‘Değerli olanı, daha değersiz ve sıradan olanla mı değişiyorsunuz? O zaman dönün Mısır’a, istediklerinizin tümü orada sizi bekliyor.’ İşte bu yüzden onlara onursuzluk ve aşağılanmışlık mührü vuruldu ve Allah’ın rahmetinden dışlandılar.” (Bakara 61)

Müslüman İsrailoğulları, işte böyle “Yahudileşti”. Yani, soğan ve sarımsağı iman ve özgürlüğe tercih ettiler. Özgürlüğün bedelini ödemeye yanaşmayan her millet, elbette “Yahudileşmeye” mahkumdur. Yani “onursuzluk ve aşağılanmışlık damgası yemeye”…

ABD ile bir milyar dolar hibe pazarlığı, benim onuruma dokunuyor.

Ne dediniz? “Türkiye’nin bir milyar doları reddetmek gibi bir lüksü yok” mu?

Bu ülke için “onur ve özgürlük” ne zamandan beri lüks sayılmaya başlandı? Bu ülkenin insanlarının onuru bu kadar ucuz mu?

Bu kadar mı Yahudileştik?

Amerika firavunu boğulacağı bir Kızıldeniz ararken, biz de yana yakıla “Firavunum nerde?” diye Firavunumuzu mu arıyoruz?

Onur ve özgürlüğümüzü “soğan sarımsak” karşılığında satmayı istemekten ne farkı var bunun? Çok meraklılarsa, “piyasa” adlı kılıcı bu ülkenin tepesinde sallayanlar yesin bu “soğan-sarımsağı”. Çünkü onlar zaten çoktan Yahudileştiler. O kadar Yahudileştiler ki, Yahudi’den fazla Yahudici oldular.

Hz. Musa zamanının Yahudileşmiş İsrailoğulları kendi akide ve özgürlüklerini “soğan sarımsak için” satmaya hazırdılar. Fakat bizim Yahudileşmiş onursuzlarımız, ABD’nin vereceği bir milyar dolar için tümümüzü satmaya hazır gibi görünüyorlar. Üstelik bunu, bu ülkenin onurunu temsil eden bir kadronun iktidarı eliyle yaptırmaya kalkıyorlar.

Milyonların umudu olan bu siyasi kadro unutmamalı ki, Kızıldeniz’ini arayan bir Firavunun ardına düşmek, onunla birlikte boğulmakla sonuçlanır.

 

Yorum Yaz