Fitne

Fitne fesat? Fitne çıkarmak? Fitneyi uyandırmak?

Türkçemizde, içerisinde fitne geçen pek çok deyim var. Fakat çok azımız hariç, fitne kelimesinin kök anlamını bilmeyiz. Hele içinde fitne geçen ayetleri, bu kelimenin dilimizdeki daralmış anlamına yorarız. Yorarız yormasına da, tabii ki hata ederiz.

Bu kelimenin kendisinden türetildiği kök, metalürji ile ilgili bir kavram. Altını ateşte eritip, cevherini cürufundan ayırma işlemine verilen isimdir (Müfredat).

Altın ateşe girmeden gerdanlara takılmıyor. Her maden öyle. Ateşlerden geçmeden madenin hamı hasından, cürufu cevherinden seçilip ayrılmıyor.

İnsan da öyle değil mi? İnsanın cevheri altından daha değerli. Fakat bu değer ortaya ancak “fitne” ile yani ateşlerde sınanarak çıkıyor. Hamken yanıyor, pişiyor.

Fitnelerimiz, yani cevherimiz cürufumuzdan ayrılsın diye içine atıldığımız potalarımız neler?

Aklımıza ilk gelen; acılarımız, sancılarımız, sınanmalarımız, kederlerimiz vs. olur. Fakat Kur’an, bizim ilk anda aklımıza gelmeyen iki şeyi dile getiriyor: Mallarımız ve çocuklarımız.

Önce ayeti hatırlayalım:

“Şunu iyi bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız fitnedir; fakat unutmayın ki, büyük ödül O’nun katındadır.” (Enfal 28)

İlk anda ayetin başıyla sonu arasındaki irtibatı kurmakta zorlanıyoruz. Fakat önce başını anlayalım.

Fitnenin yukarıda verdiğimiz kök anlamını hatırlayacak olursak, bu ayetin bize hatırlattığı bir gerçek var. Bu hemen hepimizin gözünden kaçan bir gerçek:

Biz malımız üzerinde tasarruf ettiğimizi sanırız, değil mi? Oysaki mal da bizim üzerimizde tasarruf edermiş. Biz malı kazanıp harcadığımızı sanırken, bir yandan da mal bizi kazanıp harcarmış.

Dahası, biz çocuklarımızı terbiye ederken, aynı zamanda terbiye olurmuşuz! Terbiyesiyle yükümlü olduklarımız, aynı zamanda terbiye edilmemiz için araç kılınırlarmış. Yani, bizim fitnemiz olurlarmış.

Fitnemiz. Yani, bizi saflaştıran ateşimiz. Madenimizin cevherini cürufundan ayıran potamız. Bu ateşten sınavı geçenlerin potada cevheri kalıyor. Geçemeyenlerin potada cürufu kalıyor. Bir başka ifadeyle; pota kimilerimiz için çöp tenekesi, kimilerimiz için (mü)cevher kutusu oluyor.

Galiba Allah Resulünün, ölen kişinin yaşayan üç ameli arasında “salih evladı” saymasının nedeni de bu olsa gerek. Salih evlat, yani mücevher kutumuz, bizim öldükten sonra ölmeyen eylemimiz sayılıyor. Gelir getiren cari hesabımız, öldükten sonra kalan yanımız oluyor.

Ahiret zaten ölümsüz. Dünyada da öldükten sonra yaşamanın sırrını öğretiyor bize peygamberler ve onlarla gelen vahiyler. Bu kubbede “hoş bir seda” bırakanlarla “boş bir seda” bırakanlar ayrılıyor. İkisi de potadan geçiyor. Fakat birinde geriye kalan cevher, diğerinde geriye kalan cüruf oluyor.

Bu, sınandığımız değerlerin bize dünyevi getirisi.

Bir de bu değerlerin uhrevi getirisi var. Eğer mal ve evlat potasını çöp tenekesine değil de mücevher kutusuna çevirebilirsek, uhrevi ödülü de o zaman hak etmiş oluyoruz. O ödül, işte ayetin ikinci kısmında müjdeleniyor:

“Fakat unutmayın ki, büyük ödül O’nun katındadır.”

Sözün özü şu: Malının efendisi değil de malının kölesi olanlar, o büyük ödülden mahrum kalacaklar.

Evladını çöp tenekesi değil de mücevher kutusu yapma gayreti içinde olanlar, o ödülü alacaklar.

 

Yorum Yaz