Garpzede mi, Garpzade mi?

Müslüman kesimin Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un konuşmasına verdiği destek, içeriden ve dışarıdan iki farklı tepkiyle karşılaştı.

Derinliksiz ve slogancı Laik kesim, o bildik tavrıyla arz-ı endam etti. Ellerinde karalar ve ziller. Karaları çalacak yüzler aradılar; her kara çalışta, “zilleri taktılar, çiki çiki yaptılar.”

Müslümanlar içerisinden ise, bu konuşmaya verilen desteği abartılı bulanlar yanında, yersiz bulanlar da vardı. Onlara göre, kendisine destek verilen kimse, Müslümanların desteğini kabul edecek yürekliliği gösterecek miydi? Ya da, bu kişi yarın kendilerini mahcup eder miydi? Bütün bu “taktik” kaygıların dışında, bir de “stratejik” kaygı duyanlar var ki, onlar “Ne oluyoruz, yoksa tüm İslami iddialarımızdan vazgeçip, cumhur-cemaat Anglo-Sakson geleneğinin peşine mi takıldık?” der gibiydiler.

Medya köşelerine kurulmuş laikçi tulumbacı takımının yazıp-söylediklerinde hiçbir tutarlılık, ciddiyet ve derinlik yok. Onları ciddiye almak, insanın gerçeğe olan saygısını zedeler. Geçiyoruz.

Müslümanların desteğine gelince… Bunda, uzun süredir yaşanılan baskılardan bunalmışlığın getirdiği bir duygusallığın olduğu yadsınamaz. Fakat bu garip de karşılanamaz. Dahası, Selçuk’un konuşmasına gösterdikleri tepki, Müslümanların sanıldığı gibi ideolojik bağnazlığın dar penceresinden hayata bakmadıklarını, kendi dışlarından yükselecek erkek ve tutarlı seslere açık olduklarını göstermesi bakımından da hayli anlamlıdır.

Bu olay münasebetiyle bir kez daha görüldü ki, bu ülkenin en bağnaz, en önyargılı ve en iflah olmaz kesimi, laikliğin ve Mustafa Kemal’in arkasına sığınarak bu ülkenin tüm nimetlerini aralarında üleşen tulumbacı takımıdır. Bu takım, kendi içlerinden çıkan dürüst, tutarlı, özgürlükçü ve derinlikli bir sese dahi tahammül edememektedir. Sığlıkları ve slogancılıkları kendilerini öylesine basitleştirmiştir ki, Sami Selçuk onların arasına yakışmamaktadır. Zaten onlar da Selçuk gibi birini içlerine sindirememişlerdir.

Kur’an’ın terbiye ettiği insanlar, onun şu öğüdünü akıllarından hiç çıkarmazlar: “Onlar ki, sözün (tümünü) dinlerler, en güzeline uyarlar.” (39.18) Demokrat olduğunu iddia edenlerin dahi tahammül edemediği öyle sözler vardır ki, biz Müslümanlar işte bu ilke gereğince, onları dinler, varsa en güzeline uyarız. Söyleyecek sözü olan herkesi sonuna kadar dinleme özelliğinden dolayı, düşmanları Hz. Peygamber’e “kulak” lakabını takmışlardı. Evet, biz de kulağız, “sağır, dilsiz ve kör” değiliz.

Sami Selçuk, bir “garpzede” gibi değil, bir “garpzade” gibi konuşuyor. Hiç olmazsa tutarlı… Batıyı iyi tanıyor, Batıya nispeti, sahte ve yüzeysel değil, sahici ve derinlikli. Batının oğlu gibi konuşuyor, münafık bir batıcı gibi değil. Batılı olmakla batıcı olmak arasında, ırklı olmakla ırkçı olmak arasındaki fark kadar fark var. Bu madalyonun bir yüzü; madalyonun bir de öbür yüzü var ki, ben bu yazıya asıl ona değinmek istiyorum.

Sayın Selçuk, fikirlerini anlayacak düzeyden bile mahrum olan kendi mahallesinin yobazlarına diyor ki: “Tartışmayı saptırmayın. Varsa yeteneğiniz fikirlerimi tartışın.” Yerden göğe haklı buluyorum bu tepkiyi. Fakat fikri olmayanlar fikirleri nasıl tartışsınlar? Onlar, kör dövüşüne ve dalaşa alışmışlar bir kere. Ben Selçuk’un fikirlerini tartışmak için buraya kitabından bir alıntı yapacağım:

“Zaman zaman, Osmanlı’nın ve İslam’ın başka dinlere hoşgörüyle baktığı söylenmiştir. Bu sav, doğru değildir. Gerçek şudur: İslam yalnızca kitabi dinleri tanımaktadır. Ancak en son ve en yetkin dinin kendisi, dolayısıyla kurtuluşun kendisinde olduğunu ileri sürdüğünden, İslam, kitabi tek tanrılı din mensuplarını, İncil’e, Tevrat’a, Zebur’a inananları ilkin İslam’a çağırmakta, bu çağrıyı benimsemedikleri taktirde devletin Müslüman uyruklarının vermediği bir vergiyi, başvergisi (cizye) adı altında onlardan istemektedir. Kur’an’da (Tevbe Suresi, ayet 29) öngörülen bu vergi, ilk kez Hz. Muhammed tarafından İslam’a çağrıyı benimsemeyen Beni Hicran (Beni Necran olacak M.İ.), Beni Taglibe (Beni Sağleb ya da Tağlib olacak M.İ.) gibi Hristiyan oymaklara uygulanmıştır. 9. Yüzyılda, Abbasi Halifesi Me’mun, çok tanrılı dini benimseyen Harranlılardan bu vergiyi almaya kalkışmış, Harranlılar da vergi vermemek için Müslümanlığı benimsemek zorunda kalmışlardır. Osmanlılar bu vergiyi sürekli uygulamışlardır. Eğri oturup doğru konuşalım, içten ve dürüst olalım. “Ya Müslüman olacaksın ya da ek vergi (başvergisi: cizye) vereceksin” diye din ölçütüne göre dayatan bir devlette, din ve vicdan özgürlüğünün bulunduğunu söylemek bir aldatmacadır.” (s. 543-544).

Sayın Selçuk, Batı konusunda ne kadar derinlikli ise, maalesef mensup olduğu halkın dini ve kültürü konusunda da o kadar sığ ve yüzeysel. Bunu kitabının genelinden kolayca çıkarabiliyorum. Metinlerinde İncil’i, Tevrat’ı, İsa’yı, Konfüçyüs’ü referans veren Selçuk, Kur’an’ı referans verememektedir. Yukarıya alıntıladığım metin, İslam hakkındaki bilgisizlikler, önyargılar, yanlış ve yanlı bilgiler ve sığ malumatlar üzerine kurulmuştur.

Batıyı bilme konusunda bir Garpzade olan Selçuk, iş İslam’ı ve kendi kültürünü bilmeye gelince bir Garpzede’ye dönüşüvermektedir. Bu da, bu ülkenin aydınının trajedisi, belki dramıdır.

Cuma yazımızda, Selçuk’un İslam’a yönelttiği ithamların doğru olup olmadığını, cizyenin mahiyetini, önyargılı Oryantalistlerin “Cizye korkusuyla Müslüman oldular” iddiasına, yine içlerinden çıkan insaflı oryantalistlerin verdikleri cevapları ve o çağda dünyanın geri kalan kısmında özgürlüklerin ne durumda olduğunu işlemeye çalışalım.

( 15 Eylül 1999 )

 

Yorum Yaz