Geeeeç!

Asıl adı Numan olduğu halde onu hep Kara Müftü diye anarlardı. Neredeyse kimse gerçek adını bilmezdi

Doğduğum ilçenin geçmişte müftülüğünü yapmış olan bu Osmanlı müderrisi, pedere de hocalık yapmıştı. Şimdi o diri imandan geriye, başta torunu ve sevgili dostum Profesör Lütfullah Cebeci olmak üzere birçok hatıra kalmış bulunuyor.

Müminlerin zekatlarına el koymak için duvarlara yapıştırılan Türk Hava Kurumu afişini bastonunun ucuyla yırttığı için sürgün edilmiş bir âlimdi Kara Müftü. Ondan kalan tek hatıra bu değil. Olayı yaşayan onlarca ağızdan dinlediğim bir başka hatırasını. Üzerinden 60 yıl geçtiği halde, aynı şartları yaşadığımız, neredeyse 1940’lı yıllara geri döndüğümüz şu günlerde, dehşet bir sancıyla yeniden hatırladım o anıyı.

Şeflik dönemidir. Yer demir gök bakırdır. Allah demenin yasak olduğu, Kur’an öğrenmenin suç sayıldığı, samanlıklarda Kur’an öğretildiği zor ve kor günlerdir. Kara Müftü, müftülüğünü yaptığı ilçe camiine çıkar ve cemaate Kur’an’ı tefsir etmeye çalışır.

“Etmeye çalışır” dedim, çünkü edemez. Mesela Bakara suresinin 11. ayetini işlemektedir: “Kendilerine yeryüzündeki yozlaşma ve çürümeye yol açmayın denildiğinde, onlar kendilerini şöyle savunurlar: Bizim amacımız sadece ıslahat yapmaktır.” Ya da Hud suresinin 113. ayeti: “Zulmedenlere eğilim göstermeyin, müftü bu gibi ayetlere geldiğinde, sesi soluğu kesilir, dudakları titremeye başlar, zaten esmer olan çehresi sonra size de ateş dokunur!”

İşte daha da esmerleşir ve bu hal bir gözyaşı sağanağı halinde kendini dışa vurur. Yanaklarından sessizce yaş süzülen müftünün ağzından tek sözcük duyulur:

“Geeeeç!”

O, müfessirlerin sayfalar dolusu tefsir ettikleri bu “netameli” ayetleri bir sözcükle, evet topu topu bir sözcükle tefsir etmiştir:

“Geeeeç!”

Geçseydi bari ya? Ne gezer, geçmedi ki! Geçseydi, bazı gerçekleri kaleme dökmek istediğimizde, dilimiz damağımız kurur, yutkunmaya başlayıp en sonunda biz de dört elif miktarı bir “Geeeeç!” çeker miydik?

Mesela ermeni soykırımı iddiasında gördüğümüz tavırlar…

“Tarihi tarihçilere bırakalım”, öyle mi? Güzel! Peki, bunu diyenler, hiç aynaya baktılar mı? Osmanlı tarihine küfrederken, ders kitaplarına Osmanlı düşmanlığını bir amentü gibi yerleştirirken, neredeydiler? Üstelik bunu yapanlar Fransız kanı da taşımıyorlardı. Ama onlar Fransız kafası taşıyorlardı ve bu nedenle ülkelerine, kendi öz değerlerine Fransız kalmışlardı. Hatta Fransız’dan beter düşman olmuşlardı. Neden kalmışlardı peki? Onlar bu Fransız kafasını nasıl edinmiştiler? Bu ülkeye nereden gelmiştiler ve nerede yetiştirilmiştiler?

Geeeeç!

Tarihi tarihçilere bırakalım, eyvallah! Fakat üççeyrek yüzyıldır köşe bucak kaçırdığımız arşivleri, tarihçilere sonuna kadar açarak. TBMM arşivini, Cumhurbaşkanlığı arşivini, Genelkurmay arşivini ve diğerlerini… “Osmanlı arşivlerini” de diyeceğim ama Osmanlı arşivleri kelimenin tam anlamıyla “temizlenmiş” durumda. İyi ya diyeceksiniz, “temizlenmişse” açılabilir, açsınlar o halde! Bu sefer de adam yok, ödenek yok, yeterli uzman yok… İnanmazsanız gidin bakın, hazine değerinde Osmanlı arşivi yeni yaptırılan hangarlarda adeta birileri ateşe versin diye “azıtılmış”durumda. Geri dönüp soralım: Arşivler niçin açılmaz? Açılsa ortaya bir şeyler mi saçılır? Saçılırsa kimin hatırına dokunur? Kimler itibar kaybeder ve kimler itibar kazanır?

Geeeeç!

Yukarıdaki soruları Kemal Tahir’e sorun, fakat aman ha aman Ergun Aybars’a sormayın; o resmi ideolojinin şamanlarınca “okunmuş” ve “tütsülenmiştir”. Murat Bardakçı’ya bile sorabilirsiniz, fakat Toktamış Ateş’e hiç sormayın; orta öğretim kurumlarının Milli Güvenlik derslerinde okutulan kitabında Osmanlı’yı Türkleri egemenliği altında inleten (!!!) bir işgalci güç olarak takdim eden bir tarih dehası o. Şimdi ben Ermeni’ye, Fransız’a ne derim ki! Onlara gelmeden önce birilerine bir şeyler demem gerek. Fransız mallarını boykot etmeliymişiz. Edelim edelim de; şey, nasıl söylesem bilmem ki: Fransızların Renault markasını Türkiye’ye pazarlayan OYAK’a bir çift laf söylemem gerek, fakat söyleyemem. Niçin söyleyemem?

Geeeeç!

Katar’dan dünyaya kaliteli ve objektif haber yayını yapan el-Cezire televizyonu, Türkiye’den Ermeni soykırımı iddialarına karşı Türkiye’nin resmi tezini savunacak Arapça bilen birini çağırmış. Ermeni Dokumantasyon Merkezi Müdürü Ohannes’e karşı canlı yayında tezimizi savunacakmış. Üç kez yinelenen bu talebe Türkiye’nin resmi kurumlarından bu evsafta birinin bulunmadığı cevabını almışmış el-Cezire.

Olmadığını sanmıyorum, fakat bu vurdumduymazlığa da hiç şaşırmadım doğrusu. “Talep İsrail televizyonundan gelseydi?” diye düşünüyorum. Onu geçelim, yaptığı kaliteli ve küresel yayınlarla sadece dünyadaki Arap aydınlarının değil, benim gibi Arap coğrafyası dışındaki binlerce insanın da izlediği bir TV’de tezinizi ispat edecek birini bulamıyorsanız, yazık! “Jinsa adlı Yahudi örgütü bir Türk generaline neden ödül verir?” sorusu dilimi yakar, soramam. Ama şunu sorabilirim: Tanıtım Fonu’na ayrılan milyon dolarlardan pay kapmak için Yahudi lobisine mensup olmak ya da İsrail âşığı olmak şart mı? Sorumun cevabı, açık ve net olarak “evet”tir. Neden “evet” peki? İşte ona vereceğim tek bir cevabım vardır:

Geeeeç!

Yorum Yaz