“Geldi yine gül mevsimi”

Toprak ne demişti: “Ben bir gül ağacının altının toprağıyım. O koku benden değil güldendir. Üstümdeki gülün kokusu bana sindi. Onun için gül kokarım.”

Handiyse bir asırlık uzun bir kışı yaşayan bu gül toprakları kenef haline getirip kokutanlara inat, yine Ramazan geliyor, geldi. Burcu burcu kokan o gül kokusuyla geliyor. Kuruyup çöle dönen yüreklerimize rahmet getiriyor, bereket getiriyor, atıfet getiriyor, muhabbet ve hidayet getiriyor.

Hatırlar mısınız; bu gülistanı kenef haline getirenlerin güle ve gülü andıran her şeye karşı başlattıkları son taarruz da, yine bir Ramazan ayında başlamıştı. Kapıları kırarak dalmışlardı birilerinin yatak odalarına. Silahlarını ve kameralarını çekmişlerdi. Bu kadim gülistanı yüreklerinden taşan kinle fosseptik çukura dönüştürmek istemişlerdi.

Kara yürekleriyle, kara kafalarıyla, kara vicdanları ve kapkara yüzleriyle rüyalarımızı ve hülyalarımızı karartmak için seferberlik ilan etmişlerdi. Bin yıl sürecek savaşlar ilan etmişlerdi. Endülüs’e çevireceklerini söylemişlerdi gülistanımızı.

Bir Ramazan’da gelişleri, sanki Ramazan’a nispet gibiydi. O meşum savaş bana, Ramazan’a ve Ramazan’ın sahibine açılmış gibi geldi. Ramazan’ın getirdiği ruhu çarmıha germek için birileri can atıyordu. Parmaklarını gözümüze doğru uzatıp, bir gestapo şefi gibi “Hey sen! sen de!” dedikçe, içimizdeki ‘Ramazan’a’ sığınıyorduk. Tüm kinlerini, sanki bize değil de, içimizdeki ‘Ramazan’a’ yöneltmişlerdi.

O meşum günlerde hepimiz Ramazan’dık onlar için; hâlâ da öyleyiz.

İçimizde canımız gibi sevdiğimiz, koruduğumuz Ramazan’ı versek, başka hiçbir şey istemezler sanıyorduk. Nitekim bazılarımız, yavrusunu canavara atınca canını kurtaracağını sanan izansız bir baba gibi içindeki Ramazan’ı bu canavarların önüne attı. Meğer onlar sadece içimizdeki Ramazan’la ilgilenmiyorlarmış. Onlar, perde gerisinde başka işler de yapıyorlarmış; soygun gibi, vurgun gibi, talan gibi, boşaltmak ve doldurmak gibi…

Korkmuştum, bu lanetliler yüzünden bir daha Ramazan hiç gelmeyecek diye; fakat o küsmedi, geldi, boynu bükük, gönlü kırık, gözü yaşlı da olsa hep geldi. Her gelişinde, ekmeğimiz aşımız gibi, yolda yoldaş, darda kardeş, zorda arkadaşımız gibi, yanında bir parça umut da getirdi. Kıtlık ekmeği gibi paylaştık aramızda. İçimizdeki Ramazan’ı besledik onunla. İkisi buluşunca, samanlık seyran, zindan gülistan oluyordu… Belki siz de yaşadınız…

Her Ramazan’ın ardından, “Bununla on bir ay daha gideriz!” diyorduk… Ve gidiyorduk da… O zaman anlıyorduk orucu sadece bizim tutmadığımızı: orucun da bizi tuttuğunu; sımsıkı, dimdik, kavi ve onurlu…

O zaman anlıyorduk, Ramazan’ın beslenme ve diyet festivali olmadığını. Hatta Ramazan’ı öyle takdim edenlerin, gerçekte bize ne büyük kötülük ettiğini… Anlıyorduk Ramazan’ın acıkan ruhun doyurulup, doyan ve doydukça azgınlaşan içimizdeki hayvanın aç bırakılarak terbiye edilmesi demeye geldiğini. Ruh aleyhine bozulan insani dengemizi, tekrar kuruyorduk.

Bu tablo, bizim Ramazan’a değil Ramazan’ın bize ikram ettiğinin bir göstergesi. Ramazan elbette ikram eder. Çünkü o, bir gök sofrası olan vahyin insanlığın kararan ufkunu aydınlattığı ayı temsil ediyor. O, Kur’an vahyinin doğum ayı olduğu için kutlanıyor. Bunun anlamı açıktır: Ramazan tüm bereketini, tüm kutsiyetini, tüm hikmetini vahiyden alıyor!

O halde, vahiysiz Ramazan düşünülemez. Ramazan’ın illeti olan vahye sırt dönerek nasıl Ramazan ihya edilebilir? Ramazan’ın hikmeti olan Kur’an’la tanışmadan Ramazan’la tanışmanın hazzına nasıl varılabilir? Ramazan’ın aslı olan ilahi mesajla bütünleşme çabamız, onun fer’i olan Ramazan’ı anlamamızı daha bir kolaylaştıracaktır.

O halde, haydi hep birlikte bir seferberlik başlatalım! Ona karşı savaşan kara ruhlu adamlara inat, Kur’an’la daha bir içli dışlı, daha bir samimi olmak için bir fırsat bilelim Ramazan’ı. Göreceksiniz, Kur’an kendisiyle yakınlaştıkça daha fazla şeyler fısıldayacak size; o da size yaklaşacak ve iki ayet, kenetleneceksiniz; tohumla toprak, etle tırnak gibi. Bu ikisini ayırmak isteyenler asıl o zaman hezimete uğrayacak.

Ramazan’la tanışıp da onun vesilesi olan vahiyle tanışmamak olur mu? Olmaz. Fakat her şeyin bir vesilesi olduğunu gibi vahyin de bir vesilesi var. Doğrusu Kur’an’ın vesilesiyle tanışmadan da Kur’an’la tanışma tam gerçekleşmez. Kur’an’ın vesilesini biliyorsunuz: Muhabbet’in öbür adı olan Muhammed (a).

Bu Ramazan, Peygamber de konuk olmalı gönüllere, onunla da tanışmalı.

Evet, biliyorum; tedavülde dolaşan ve “bu peygamberdir” denilen birden fazla portreye bakıp “Hangi peygamberle?” diye sormakta haklısınız:

Melekleştirilen peygamber tasavvuruyla mı?

“Postacı” ve “haberci” konumuna indirgenen peygamber tasavvuruyla mı?

Kur’an’ın peygamberiyle mi?

Haftaya buluşalım.

( 24 Kasım 2000 )

Yorum Yaz