”Gör bak neler olacak!!”

İslam’ın alnı ak ahlaki kavramları, tıpkı annelerinden İslam fıtratıyla doğan çocuklara benzerler.

İslam fıtratı üzerine doğan gül yüzlü güzel çocukları, başta ebeveynleri olmak üzere, onların zihnini ve kalbini kullananlar yoldan çıkarır. İşte onun gibi, gül yüzlü güzel kelimeler de, onlara en çok sahip çıkması gerekenler tarafından kirletilir, örselenir ve tacize uğrar.

İhlas, son dönemlerde en çok kirletilen İslami kavramlardan biri. İhlas gibi bir İslami kavramın yüz akı olması gerekenler, bu muhteşem ve muazzez kavramın yürek yarası oldular. Yıllar var ki, İslam’ın en temel ahlaki kavramlarından biri olan “ihlas”ı ağzımıza alamaz olmuştuk. Çünkü “ihlas” diyecek olsak, muhatabımızın aklına oportünizmin, eyyamcılığın, sululuğun, istismarın, ilkesizliğin, konformizmin, tabasbusun geleceğini adımız gibi biliyorduk.

İhlas, halis, muhlis, halas hep aynı kökten türemiş akraba kelimeler. Saflığı, temizliği, arı-duru olmayı, samimiyeti, erdemi, saadet ve selameti ifade eder. Gel gör ki, şimdi bu kelimenin alnına leke çalınmış durumda. Adeta bu güzel kavram, duyanın zihninde asli anlamlarının tam tersini çağrıştırır oldu; melezliği, kirliliği, işbirlikçiliği, samimiyetsizliği, felaket ve ihtirası…

Bir arkadaşımız Cihat Köfte Salonu adlı mizahi bir eser kaleme almıştı. Aslında bu bir kitap ismi değil, her biri altın kıymetindeki değerli kavramların başından geçen acıklı serüvenin ifadesiydi. Ve buna benzer nice aziz kavramın alnına leke çalınmıştı.

Üzülmek mi? Üzülmek ne kelime, adeta kahroluyoruz. Kirletilen ahlaki kavramlarımıza mı yanalım, İslam adına ortaya konan çirkinliklere mi yanalım, Allah adına aldatılan binlere mi yanalım, “ihlas” diye diye tüketilen değerlerimize mi yanalım, hoyratça kırılan umutlara mı yanalım, örselenen güven duygusuna mı yanalım, yoksa mağdur edilen insanlara mı yanalım?

Söyleyin, hangi birine yanalım?

Bir, kendinizi inkâr ederseniz kendiniz olmaktan çıkarsınız, fakat “öteki” de olamazsınız. İki, dininizden yırtarak dünyanızı yamarsanız, sonunda elinizden dininiz de dünyanız da gider. Üç, insanlarınızın size olan itimat ve sadakatini -yani yüreklerini- ayağınızın altına koyarak yükselme yöntemini seçerseniz, gün gelir o yüreklerin kanında boğulursunuz. Dört, Allah’tan başkasından korkmaya başlarsanız, korktuğunuzun kulu haline gelirsiniz.

Müslümana caka satanlar, münkirin önünde takla atarlar.

Adlarını saymayacağım. Fakat o her biri İslam semasının müstesna birer yıldızı olan büyük ve muazzez İslam âlimlerine yıllar yılı binlerce Müslümanı düşman etmenin, onlar hakkında kin aşılamanın bir karşılığı olmasın mı?

Bu dünyada düşman olunacak Firavunlar ve Nemrutlar tükenmiş gibi, yılmadan usanmadan kendi çizgisine uymayan İslam âlimlerine Müslümanları düşman etmenin bir bedeli olmasın mı? O âlimler ki, kimi canını Allah yolunda vermiş, kimi ömrünü o yolda tüketmiş, acı çekmiş, ıstırap çekmiş…

Ruhlarını teslim ettikleri için kendilerini savunamayan bu insanları Allah savunmaz mı sanıyorsunuz? Herkes gibi, hepimiz gibi hataları olan, fakat hataları sevaplarının yanında Ağrı dağına göre çakıl taşı gibi kalan bu ruhlara atılan çirkin iftira ve çamur kampanyaları, yapanın yanına kâr kalır mı hiç?

Bu psikolojik yasadır: İmanını yok sayarak mümine kin duyanların, çok geçmeden inkâra ve münkire muhabbet beslemeye başladıklarına şahit olursunuz. Zalimlere eğilim gösterenlere ateş dokunacağını Kur’an söylüyor. Ebu Müslim Horasani, ne demişti hâk ile yeksan olan Emevi hanedanı için: “Düşmanlarınızı hoşnut etmek için dostlarınızı kırdınız. Sonunda düşmanlarınızı memnun edemediğiniz gibi, dostlarınızı da yitirdiniz.” Allah’ı gücendirmeye değecek bir “getiri” bilmiyorum. Değdi mi yani?

“Kardeşine yardım et”

Ve Hz. Peygamber konuşuyor:

– “Zalim de olsa mazlum da olsa, (mü’min) kardeşine yardım et!”

– “Ya Rasûlallah! Mazluma yardım edelim, (bunu anladık) da, zalime nasıl yardım ederiz?”

– “Zulmüne engel olarak.”

Evet, yok öyle “kol kırılır yen içinde kalır” aşiretçiliği. Türkiye’deki dini yapıların yaptıkları her yanlış, attıkları her hatalı adım bu ülkedeki tüm mü’minleri ilzam edici sonuçlar doğuruyorsa, bu yapıların yeniden yapılanmaları için onları zorlama hak ve sorumluluğu da yine bu ülkenin akliyyet sahibi mü’minlerine düşmektedir.

Devletin sürüleştirme politikası anlaşılır bir şey. Ama insanlar bir de din adına, mezhep adına, tarikat adına, cemaat adına sürüleştirilmemeli. Bir değerin aslı ne kadar kıymetli ve ağır olursa olsun, gölgesi bir gram çekmez ve dolayısıyla da bir para etmez. Hiçbir hesapta bir şeyin gölgesini de hesaba katmazlar.

İnsanlar “birey” olmasınlar, eyvallah. Fakat gölge de olmasınlar; asıl olsunlar, “şahsiyet” olsunlar. Çünkü her insan, Allah tarafından bir şahıs olarak muhatap alınmakta, “sürüden biri” olarak değil. Ve her insan, Allah’ın orijinal bir eseri olarak yaratılmış bulunmakta; “sürü”, “gölge”, “nesne” olarak değil.

Dinî yapıların amacı, bu ülkenin siniri alınıp sürüleştirilmiş bireylerine şahsiyet kazandırmak olmalıdır. Onu “ben bilincine” sahip kılıp, kula kul olmayacak bir “varlık şuuru” kazandırmak olmalıdır. Değilse, “O yapmışsa vardır bir bildiği”, “Büyüklerimiz bizden iyi düşünür”, “Sen neymişsin be abi!” diyen, hatada hikmet arayan, iradelerini bir daha hiç kullanmamak üzere birilerine ipotek eden insanların oluşturduğu yapılar, yıkılmaya mahkûm yapılardır. Genellikle bu tür yapıların kaderi, onu inşa edenlerin üzerine yıkılmaktır.

Bu ülkedeki dini yapılar eğer bir “nefs muhasebesi” yapar, istiğfar (hatadan vazgeçmek) ve tevbe (doğruya yönelmek) ederse, yüzyılların birikimine sahip olan söz konusu yapılar, bu ülkenin kendi inanç temelleri üzerinde yeniden inşasında başat rolü oynayabilirler. Ölü canları ihya, viran vatanları inşa etme liyakatini yeniden kesbedebilirler.

“Bu liyakati kesbettiler diyelim, peki o zaman ne olacak?” diye soruyorsanız, cevabım hazır:

Gör bak neler olacak!

( 19 Şubat 2001 )

 

Yorum Yaz