Hac ve Suudi yönetimi

Hac ibadetinin, Ümmet-i Muhammed’in yıllık kongresi olma fonksiyonu, bu ibadetin boyutlarından biridir.

Kur’an’da Beytullah’ın insanlık için bir kıyam ve diriliş yeri kılındığının ifade edilmesi bundandır.

Ancak haccın, uluslararası bir kongre olma işlevi hep göz ardı edilmiştir. Bunun siyasal, sosyal ve konjonktürel sebepleri vardır. Fakat her ne sebeple olursa olsun haccın bu işlevinin gerçekleşmemesinin ceremesini, sayısı bir buçuk milyara ulaşan İslam ailesinin üyesi olan tüm kavimler çekmektedir.

Bu ceremenin en görünür yanı, Müslüman toplumların git gide birbirinden uzaklaşması; ortak hafızalarını, tarihlerini, kültürlerini ve hedeflerini yitirmeleridir.

18. yüzyıldan bu yana topraklarına zorla ya da hileyle girerek altını ve üstünü soyduktan sonra bir yığın naylon devletçik, yapay sınır ihtilafları ve sentetik sorun bırakarak çekilen Batılı kolonyal güçler, kendi aralarında çıkardıkları iki dünya savaşına rağmen AB çatısı altında birleştiler. Fakat İslam coğrafyası hala aşiretten bozma yönetimlerin, ilkel monarşi ve zorba yöneticilerin, bazen ise demokrasi kılıfı altında saklanan oligarşi ve otokrasilerin ceberut iradesi altında inim inim inlemektedir.

Hepsinden öte, İslam Dünyası dediğimiz dünyanın dün var olan ortak kültür ve hafızası, aklıselim sahibi olmayan yönetimlerin hoyratça politikaları sonucunda tarumar edilmektedir. Ümmetin birlik ve dirliği için gösterilmesi gereken çabalardan eser bulunmadığı bir zaman ve zeminde, bu hac mevsiminde Mekke’de toplanan Uluslararası Hac Kongresi’ni bir umut ışığı sayabiliriz.

Suudi basını, Kongre’yi “75 yıl sonra ilk defa” sürmanşetiyle verdi. Bununla, 1926 yılında, Osmanlı’nın külleri dahi henüz soğumadan İngilizler nezaretinde akdedilen ve Müslüman azınlıkların konumunu ele alan toplantıya atıf yapıyorlardı. Anlaşılan o ki, aynı yıl Kahire’de toplanan Hilafet Kongresi’ni yok sayıyorlardı.

Olsun… Bu bile bir adımdı ve Mekke’deki Hac Kongresi iki ana gündemle toplanmıştı. Birincisinde “Nasıl bir hac?” sorusuna cevap olabilecek “Haccın edebi” başlığı altında ele alınan hacla ilgili sorunlar; ikincisinde ise, Müslümanlara ve İslam’a karşı 11 Eylül olayları bahane edilerek basın yayın yoluyla açılan propaganda savaşına Müslümanların cevabı tartışıldı. Yani, 11 Eylül olaylarının gölgesi buralara kadar uzamıştı.

Bu kongrede bir ilk de gerçekleşti ve Suudi yönetiminin mukaddes beldede yaptığı bu kongreye akademik kariyer sahibi olan birkaç bayan da tebliğleriyle iştirak etti.

Elbet bu kongreye “yasak savma” kabilinden bir niyetle hazırlanmış olabilir. Fakat bu Suudi yönetiminin, hac ibadeti dolayısıyla her yıl yaşanan tatsız olayları ve bunun arifesinde ortaya çıkan tartışmaları kulak ardı edemeyeceğini gösteriyor.

Suudilerdeki bu yumuşama belirtisi, resmi yetkililerin demeçlerinde de kendini gösteriyor. Londra’da yayınlanan El-Hayat gazetesinin Vakıflar ve İslami İşler Bakanı Salih b. Abdülaziz ile yaptığı mülakatta bakan, “Suudi tarzı selefilik” diyeceğimiz “uyumlu” bir çerçeve çizmeye çaba gösteriyordu. Bunu yaparken de ABD’li bazı yetkililerin İslami eğitime yönelttikleri haçlı ağzından yakınarak şöyle diyordu: “Bazı insafsız yazarlar Suudi Arabistan’daki İslami eğitimi ve diğer İslam topraklarındaki İslami tedrisatı itham ediyorlar. Eğer bu genellemeci mantık doğruysa, biz de Oklohama’daki saldrıyı yapanların milli ve dini kimliğine bakarak tüm Amerikan eğitim sistemini suçlayabilir miyiz?”

Bakan, bu önemli tespitine çok daha önemli olan şu sözleri de ilave ediyordu: “Bütün bu çıkışlar eğitim ilkelerinin ve öğrenim sisteminin bir sonucu değildir. Aksine, bütün bunlar genelde tüm dünyada, özelde Filistin gibi sıcak coğrafyalarda Müslümanların yaşadıkları zulüm ve acıların doğurduğu ortak hislerin yol açtığı infial ve tepkilerdir.”

Bakan, Bin Ladin ve El-Kaide tarzı selefiliğiliğin gerçek selefilikten bir sapma olduğunu, bunun da cehalet ve taassuptan kaynaklandığını söylüyor ve şu çarpıcı tespiti yapıyordu: “Cahilin dindarlığı arttıkça, sapma açısı ve yanlışı da artar.” Ve bu tür “aşırılıklara” selefiliğin gerçek önderi saydığı İmam Ahmet bin Hanbel’in, Abbasilerin “Kur’an’ın yaratılmışlığı” tartışmasında sisteme muhalif kaldığı halde muhalefetini sadece fikri ve entelektüel alanda sınırlandırdığını örnek gösteriyordu.

Evet, anlaşılan o ki, 11 Eylül olayları tüm dünyada olduğu gibi Suudilerde de kapsamlı bir özeleştiriye ve sorgulamaya yol açmış. Tabi ki bu eleştirilerin sınırlarının Suudi monarşisinin çıkarlarının başladığı yere kadar geçerli olduğunu da unutmamak gerek.

Her şeye rağmen Suudilerin özellikle hac ibadeti konusundaki olumlu eleştirilere kulak kabartmaları ve mümkün olduğunca “Allah konuklarını” rahat ettirmeye çalışmaları takdire değer.

Uluslararası Hac Kongresi’nin hayırlı bir başlangıç olması, tüm Müslümanların ortak duasıdır. Umarız bu dua tutar ve “Kentlerin Anası” olan Mekke merkezli bir kongre her yıl hac mevsiminde toplanarak bir buçuk milyarlık bir öksüz ve yetimler kitlesi olan Ümmet-i Muhammed’in gerçek sorunlarını ele alıp onlara makul ve maruf çözümler üreten kurumsal bir yapıya kavuşur.

Yorum Yaz