Hacıların ve haccın güvenliği

Kâbe ve çevresi, vahiy tarafından “emîn bölge” ilan edilmiştir (2.125).

Bunun birçok anlamı vardır. Birincisi, hac emrini yerine getirecek olanların güvenlik içinde ibadet edebilmelerini temin hususunda yüklenen mükellefiyettir.

İkincisi, mukaddes beldenin insana iç huzuru ve özgüven aşılayan tabiatıdır. Üçüncüsü, hac ibadetinin hayat ve yeryüzü emanetine sadakat anlamıdır.

Kur’an’ın Kâbe için kullandığı “beytu’l-haram” nitelemesi de, yine mübarek beldelerin dokunulmazlığı ve güvenliğiyle alakalıdır.

Arapların “şerefu’l-mekan bi’l-mekîn” (mekan şerefi orada bulunan kimsenin şerefine bağlıdır) sözünü hatırlayacak olursak, mukaddes mekanların değerinin, ziyaretçilerinden bağımsız olmadığı anlaşılır. Bir mekanı “harem” kılmak, aynı zamanda onu “güvenli”, “hürmete layık” yani “muhterem” kılmaktır.

Bu bir yerde “değerinin yüceliğinden dolayı fiyat biçilemez” oluşu da ifade eder. Ama her şeyden önce, “harem”, güvenli bölgedir.

Hacılar, tıpkı hac mahalleri gibi birer “emanet”tirler. Hac ibadeti de, insanın ebedi güvenlik ve özgürlük arayışına bir cevap teşkil eder. Müminler, Allah’a emniyetin bir ifadesi olan imanları gereği, davete icabet ederek emin belde’de ilâhî emana kavuşmak için gelmişlerdir.

Gelmişler gelmesine de, emin belde de canlarından emin olamamaktadırlar.

Öncelikle belirtmeliyim ki, malum basının ölüm karşısındaki telaşlı, hırçın ve pazarlamacı tavrı, sadece kendine yakışır. Müslümana yakışan, ölüme hayatın öbür yüzü olarak bakmaktır.

Hayata gösterdiği saygı kadar, belki ondan daha fazla, ölüme saygı göstermektir. Tek dünyalı zihniyet gibi ölümü hatırlatan her şeye -tabi ki buna ölenler de dahil- sırf ölümü hatırlattıkları için, gizli bir nefret duymak yerine, ölümü sesi tüm sesleri bastıran bir uyarıcı olarak algılamaktır.

Malum zihniyet, hedonist felsefesi gereği, acı çekmemek adına ötenaziyi anlayışla karşılar da, bir müminin orada ölme arzusunu kırk fırın ekmek yese anlayamaz.

Hacda meydana gelen “ibadet kazaları” bütün bu mülahazalara rağmen, haccın ve hacının güvenliğinin ihlal anlamı taşır. Hiçbir mülahaza, mübarek beldelerde son 15 yıldır yoğun bir biçimde yaşanan bu katliam gibi kazaları mazur gösteremez.

Bu yıl hac günlerinde Mina’da 362 hacının canına mal olan olay, hacda meydana gelen ilk vukuat değil. Hemen her yıl değişen sayılarda hacının öldüğü bu tür olaylar yaşanıyor. Geçtiğimiz yıllarda, yine şeytan taşlama mahallinde (Cemerât) onlarca hacı kaza kurbanı oldu.

Haclarımdan birinde, bu kazalardan birine ben de bizzat şahit oldum. Hac ibadetinin ikinci dereceden bir parçası olan şeytan taşlama işini yapmaya gelen hacı kafileleri birbirini sıkıştırmış, bu pres sırasında 13 kişi oracıkta can vermişti. Elbette bunların çoğu yaşlı, nahif yapılı insanlardı.

Daha önce tünel faciası yaşandı. Bu faciada da çok sayıda insan öldü. Bu felaketin gerçek sebebi, bir Suudi prensinin geçmesi için tünel çıkışının tutulmasıydı. Eskortun geçmesi için önü tıkanan insan seli durmamış, önde ne olup bittiğinden habersiz oldukları için arkadan gelenlerin tazyiki öndekileri ezmişti.

600 hacının ölümüyle sonuçlanan 31 Temmuz 1987’de yaşanan “Kanlı Cuma” olayını buna dahil etmiyoruz.

Hacda meydana gelen ve kitlesel ölümlere neden olan “ibadet kazalarının” temel nedeni açık: Sınırlı zaman ve sınırlı bir mekânda, milyonlarca insanın ibadetini îfâ etmek zorunda oluşu.

Kalabalık tek başına bu kazaları açıklamaya yetmez. Arafat ve Meş’ari’l-Haram da tüm hacıları ağırlıyor. Fakat oralarda bu tür toplu ölümler yaşanmıyor. Tamam, şeytan taşlama mahallerinin konumu farklı. Buralar, Arafat ve Müzdelife’den farklı olarak çok dar ve sınırlı alanlar. Fakat bir de avantajı var: Şeytan taşlama vaktinin diğerlerinden daha geniş olması.

Geçmişte mezhebi taassup sebebiyle sırf “mekruhtur” denildiği için hacılara gece şeytan taşlatılmıyordu.

Oysa ki bu görüşte olan alimler, o zamanın şartlarında millet birbirinin kafasını gözünü yarmasın diye bunu kerih görmüşlerdi. Şimdi ise sırf gündüze sıkıştırıldığı için insanlar ölüyor. Dahası, kafile başkanları ilk gün taşlamayı bitirtmek için kapasiteyi zorluyorlar. Buna da gerek yok. Müteakip gürlerde de yapılabilir bu görev.

Bu, sorunun, hac fıkhı ve hacıların cehaletiyle ilgili boyutu… Fakat bir de sorunun güvenliği sağlamakla görevli olanlarla ilgili boyutu var. Bu daha temelli ve daha vahim bir boyut… Suudiler her seferinde hacıları suçladılar. Fatura, ölenlere kesildi. Bu yanlış. Her seferinde, en basit tedbirlerin alınması için onlarca, bazen yüzlerce insanın ölmesi beklendi.

Sorunun kökten çözümü için, önce yöneticilerin “insan tasavvuru”nun değişmesi şart. Sorumluluk üstlenip müeyyideye tabi tutulmaları da… Peki de, bunu kim, nasıl yapacak. Bu durumda söz doğrudan Haremeyn’in statüsüne gelip dayanmakta…

Bunu konuşmaya ise kimse hazır değil. Görünen o ki, bu olaylar yaşanmaya devam edecek.

Yorum Yaz